25 Nisan 2012 Çarşamba

Erken İslam Sanatı Yapıları ve El sanatları

ERKEN İSLAM SANATI(*)
Yıldız Demiriz
Tarihte her büyük din bir büyük sanat etkinliğini de birlikte getirmiştir. Başka bir deyişle geçmiş dönemlerin sanatı, genellikle dinin etkisiyle doğmuş ve öncelikle onun hizmetinde oluşup gelişmiştir. Bu doğal bir olgudur. Çünkü Budizm, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi büyük dinler toplumlara yeni dünya görüşleri, yaşama biçimleri getirmiş önemli olaylardır. Yeni oluşan toplumsal yapı bireylerin görüş, düşünüş ve zevklerini de değiştirir, yönlendirir. Sanatçıyı da yeni amaçlar doğrultusunda, değişik formlar ve güzellikler arayıp bulmaya, oluşturmaya sürükler.
Mimari formların ve yapı planlarının değişmesinde insanların yaşayış biçimi kadar, ibadet tarzları da rol oynamıştır. Ev planları toplum ve aile yaşantısının gereklerine nasıl uydurulmuşsa, ibadete ayrılan yapılar da dinin gereklerine öylesine uydurulmak zorunda kalınmıştır. Eski Yunan tapınaklarında ibadet, tapınağın içinde değil, önünde yapıldığı için dış mimariye daha çok önem verilmişti. Hıristiyanlıkta kilisenin doğu-batı doğrultusunda yapılması, ibadet sırasında doğuya yönelmek gereğine dayanıyordu. Ayrıca, kilisede halkın ruhban sınıfından daha geri safta durması gereği yapıların genişliğine değil, derinliğine bir plan formu almasına neden olmuştur. Bu örnekler çoğaltılabilir.
İslam dininin sanata getirdiği en büyük yenilik cami mimarisidir. İslamlıkta her sınıf halkın ayrım gözetilmeden ön saflarda namaz kılabilmesi safların geniş tutulması istediği uyandırmış, bu nedenle kiliselerin aksine camilerde enine mekan tercih edilmiştir. Plan formunun ihtiyaçtan doğması gibi, mihrap, minber, minare türünden mimari ögeler de İslamlığın gelişmesine paralel olarak zamanla ihtiyaçtan doğmuşlardır.
İslamlığın ilk yıllarından, o zamanki haliyle günümüze gelmiş yapı yoktur. Çünkü ilk camiler zamanla değişime uğramış, yerlerine sonradan daha gelişmiş bir mimariyi sergileyen örnekler kurulmuştur. ılk camiler üzerleri açık, kerpiç duvarlı, hurma dallarının gölgelediği çok basit yapılardı. ılk cami Hazreti muhammed’in Medine’deki eviydi. Kerpiç duvarla çevrili kare bir alanın yalnızca bir tarafında iki sıralı ağaç direklere dayanan, hurma yapraklarıyla örtülü bir dam bulunuyordu. Böylece cemaat bölgenin kavurucu güneşinden korunmuş oluyordu. Bu ilk örnek daha sonra geliştirilmiş, avlunun çevresine birkaç sıralı revaklar yapılmış, asıl ibadet mekanın üzeri eğik çatıyla örtülmüştür. Emeviler döneminin Basra ve Kûfe camileri ile Fustat yani Eski Kahire’deki Amr Camii, plan bakımından Medine Camii’nden pek farklı değildiler. Bu yapılarda minber ve minare yoktu, mihrap ise yalnızca yön belirten bir işaretti, henüz mimari bir öge niteliği kazanmamıştı.
Yapıldığı zamanki durumunu, çok az bir değişmeyle günümüze değin koruyan en eski İslam yapısı, Kudüs’te bulunan Kubbetü’s-Sahra’dır. Yapı şehrin dini merkezi sayılan Harem-i şerif’in en yüksek noktasında yer alır. Bu tepe İslamlıktan önce de kutsal sayılıyordu. Museviler yapının içinde bulunan kayayı ıbrahim Peygamber’in oğlu ısmail’i kurban etmek üzere seçtiği yer sayıyorlardı. Müslümanlar için de burası, Hazreti Muhammed’in miraca çıktığı yerdir. Kubbetü-s-Sahra bu kutsal kayanın ziyaret ve tavâfını kolaylaştırmak için yapılmıştı. Asıl amaç ise İslamlığın merkezini oraya çekmek, Kudüs’ün bir İslam kenti olduğunu kanıtlamaktı. Kubbetü’s-Sahra’nın planı, Hacer-i Muallak denilen kutsal kayanın tavafına uygun biçimde tasarlanmıştı. Dört girişli sekizgen mekan, ziyareti kolaylaştırdığı gibi kayayı her açıdan görebilmeyi de sağlıyordu. Sekizgen dış duvarın içinde ayaklar ve sütunlarla ikinci bir sekizgen oluşturulmuştur. Bunun içinde de kayanın çevresinde dört ayağa dayanan orta mekan yer alır. Orta mekanı 20 metre çapında ahşap bir kubbe, çevre mekanları ise ortak bir çatı örtmektedir. Bu yapıda İslam mimarisinin ilk mihraplarından biriyle karışlaşırız. Tek parça mermerden yapılmış mihrap, form ve süsleme bakımından çok basittir. Ama daha sonraki mihraplara örnek olması açısından önemli bir yeri vardır. Yapının dışı ve işi değişik tekniklerle zengin biçimde süslenmiştir. Dışta, renkli taş ve mozaik süslemenin yanı sıra özellikle Kanuni dönemindeki onarımda eklenen Osmanlı çinileri dikkati çeker. Dış yapı daha sonra da çeşitli onarımlar görmüştür. Süslemede mozaik tekniği ön plandadır. Altın zemin üzerinde, bitkisel motifler, simetrik düzende yerleştirilmiş kıvrık dallar, hurma ve hayat ağaçları, iri akantus yaprakları başlıca motiflerdir. Bu motiflerde ve motif düzeninde Doğu’nun, özellikle Sasani sanatının etkileri görülür. Ayrıca Helenistik Roma ve Bizans sanatlarının izleri de vardır. Mozaiklerin yapımında Bizanslı ustaların çalıştığı anlaşılmaktadır. Bu mozaikler, erken İslam süsleme sanatı hakkında fikir vermeleri kadar, ıkonoklast dönemde ortadan kaldırılan Bizans mozaiklerinin özelliklerini göstermeleri bakımından da belgesel bir değer taşır.
Kubbetü’s-Sahra İslamlığın günümüze kalan en eski yapılarından biridir. Ancak bu yapı cami değil bir ziyaretgâhtır. Bu nedenle daha sonraki bir tarihte yapılmış olsa da şam’daki Emeviye Camii, günümüze orijinal planıyla gelebilen en eski cami olma özelliğini taşır. Bu cami Emeviler döneminin en önemli mimarlık örneği sayılabilir. Cami mimarisine birçok yenilikler katmış, hatta çok sonra Anadolu camilerini bile plan yönünden etkilemiştir. Emeviye Camii İslamlıktan önce de kutsal sayılan bir alanda yer alır. Roma döneminde burada bir Jupiter tapınağı bulunuyordu. Hıristiyanlık döneminde aynı yere bir kilise yapıldı. 636 yılından sonra bu kutsal alanın bir köşesi cami olarak, geri kalan kısmı da kilise olarak kullanıldı. 705-707 yıllarında Emevi Halifesi I. Velid, bu kiliseyi yıktırarak, yerine Emeviye Camii’ni yaptırdı. Cami, geçirdiği yangınlara ve onarımlara rağmen, özgün biçimini büyük ölçüde korumuştur.
Bu cami, getirdiği önemli yeniliklerle ilk camilerin birbirini tekrarlayan basit formundan ayrılan, mimarlık alanında özgün bir yaratmadır. Yapının çevre duvarı Roma tapınağının temelleri üzerine oturtulmuştur. Minareler de bu çevre duvarının köşe kuleleri üzerinde yer alır. ıç alanın yarıdan biraz fazlası avlu, kıble tarafındaki dikdörtgen mekan ise asıl ibadet yeri yani harim kısmıdır. Caminin planı, kıble duvarına paralel, birbirinden sütun sıralarıyla ayrılan üç neften ve ortada bunları dik olarak kesen bir neften oluşmuştur. Neflerin kesişme yerinin ortasını bir kubbe örter, bunun dışında kalan mekanlar ise çift meyilli çatılarla kaplıdır. Bu plan, daha sonra küçük farklarla Anadolu’daki bazı camilerde de kullanılmıştır. Ana eksen üzerindeki nefin yan neflerden daha yüksek olması, avludan bakıldığında yapıya anıtsal bir görünüm kazandırmaktadır. ıç mekanda yer alan iki katlı sütun dizileri de aynı anıtsallık etkisini sürdürür. Sütun başlıklarının bir kısmı daha önceki Roma tapınağından alınmış, burada yepyeni bir düzen içinde tekrar kullanılmıştır. Avlu revaklarında da iki katlı düzen görülür. Altta bir ayak, iki sütun; üstte bir ayak, bir sütun alternatif sırayla dizilerek, hareketli bir görünüm sağlanmıştır.
Caminin avlu revaklarında ve iç mekanında yer alan mozaiklerde geç Helenistik üslubun İslam zevki içinde özümlendiği görülür. kemer içlerinin akantus yapraklarıyla süslenmesine karışlık, düz yüzeylerde daha çeşitli ve zengin bir dekorasyon göze çarpar. Bu mozaikler İslam sanatı için olduğu kadar, örnekleri günümüze kalmayan aynı dönem Bizans mozaik sanatı hakkında fikir vermek bakımından da önemlidirler. Ağaçlıklar içinde yer alan bir takım hayali yapıların tasvir edildiği mozaiklerde oldukça gelişmiş bir perspektif anlayışı, gölge-ışıkla sağlanmış bir derinlik etkisi görülür. Gerek bu özellikler gerek dalları budanmış ağaçlar Helenistik duvar resimlerini anımsatırlar. Ön planda görülen akarsuyun, şam’dan geçen Barada nehri olduğu ileri sürülmüştür. Bu ilginç doğa ve yapı tasvirlerinde insan ve hayvan figürleri görülmez. Çünkü İslamlık dini yapılarda bu tür tasviri yasaklamıştır. Mozaik yapımında kullanılan küçük cam küplerde görülen çeşitli renkler ve bu renklerin değişik tonları, bu mozaiklerin büyük bir ustalıkla ve fırçayla çalışıldığı izlenimini vermektedir.
Emevilerin dini olmayan yapı türlerinin başında saraylar gelir. Bugün bunların tümü de birer yıkıntı halindedir. Yapıların planları, örtü şekilleri ve dekorasyonu kazılarda çıkan buluntulardan öğrenilmiştir. şehirlerden uzakta, çölde bulundukları için, bunlara “Çöl sarayı” ya da “Çöl kasrı” denir. Oysa doğa incelemeleri buraların, o zamanlar sulak topraklar, vahalar olduğunu ortaya koymuştur. Bu saraylar, mimarileri kadar süsleme sanatları açısından da büyük önem taşımaktadırlar.
Amman’ın 35 km. güneyinde bulunan Meşatta Sarayı’nın 8. yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. Kare planlı olup, kaleyi andıran kalın duvarları vardır. Kazılar yapının tamamlanamadığını göstermiştir. Ana eksen üzerinde, girişte simetrik konumlu mekanlar ve bir mescit, ortada bir şeref avlusu, kuzeyde ise yonca planlı bir taht salonu ve yine simetrik konumlu mekanlar yer alıyordu. Sarayın çok ince bir işçilik gösteren oyma taş süslemeleri sanat tarihinde büyük önem taşır. Duvar zikzak çizgilerle üçgenlere bölünmüş, her üçgenin ortasına akantus yapraklarından oluşan kabartma birer rozet yerleştirilmiştir. Üçgenlerin zemini de ince kıvrık dallar ve hayvan figürleriyle doldurulmuştur. Bu figürlerde Helenistik etkiler göze çarpar. Mescidin bulunduğu yöndeki duvarda bitkisel motiflerle yetinilmesi, hayvan figürü olmaması ilginçtir.
8. yüzyılın ilk yarısına ait Hırbet el Mefcer, Emevi saraylarının en büyüklerinden biridir. Kazılarla ortaya çıkarılan sarayın, haman bölümünü ve zeminini zengin döşeme mozaikleri kaplamaktadır. Geometrik desenli bu panoların her biri, birer halıyı andırır. Hamamdaki panolardan biri figürlü olmasıyla dikkati çeker. Ortada büyük bir ağaç, ağacın iki yanında da hayvan figürleri yer alır. Solda iki gazal, sağda ise yine bir gazal ile ona saldıran bir aslan tasvir edilmiştir. Bu figürlerin sembolik anlamlar taşıdıkları sanılmaktadır. Saraydaki alçı kabartma ve heykeller de Emevi sanatında önemli bir yer tutar. Dekoratif bir saçak önüne tünemiş gibi sıralanan, doğal büyüklükteki yüksek kabartma keklik figürleri dikkati çeker. Bir alçı tavanın göbeğinde yer alan, akantus yaprakları arasında tasvir edilmiş bir dizi kabartma büst de erken İslam sanatının ilginç örneklerindendir. Sarayda çok sayıda alçı heykel de bulunuyordu. Hamam bölümünde yarı giyinik genç kız figürlerine rastlanması, bu dönem İslam sanatında insan tasviri konusunda geniş bir hoıgörünün varlığını kanıtlar. Bu örnekler arasında bir de Halife heykeli bulunmaktadır. Hangi halifeye ait olduğu bilinmemektedir, ancak en yüksek dini unvana sahip bir kişinin heykelinin yapılabilmiş olması ilgi çekicidir.
Abbasilerden önceki İslam şehirciliği konusundaki bilgilerimiz çok kısıtlıdır. Bu konuda bilinen ilk örnek, 762-765 yıllarında Abbasi halifesi Mansur’un kurdurduğu Bağdad şehridir. Kaynaklardan edinilen bilgilere göre ilk Bağdad şehiri daire planlıydı ve iç içe iki sur duvarı dıştan bir hendekle çevrelenmişti. şehrin dört kapısına bulundukları yöndeki komıu şehirlerin adı verilmişti. Haç planlı saray ve yanındaki cami şehrin merkezinde yer alıyordu.
766 yılında yapılan Bağdad Ulu Camii kerpiç duvarlı, ahşap sütunlu ve düz damlı basit bir yapıydı. Halife Harun Reşid, 808’de yapıyı planını değiştirtmeden tuğla duvarlı olarak yeniden yaptırmıştır. Bağdat 892’de Abbasilerin başkenti olunca, artan nüfus nedeniyle camiye aynı planda ikinci bir bölüm eklenmiştir. Ancak, Bağdad şehrinin bu dönem yapılarından günümüze, ilk camiye ait basit bir mihraptan başka hiçbir şey gelmemiştir.
Abbasi şehirleri arasında Samarra’nın ayrı bir önemi vardır. Abbasilerden sonra hiç oturulmadığından üzerinde başka dönem ve kültürün izine rastlanmadığı için Abbasi şehirciliğini en katıksız biçimde yansıtır. Samarra, Dicle kenarında Bağdad’ın yakınındadır. Bağdad’ın dairesel ve düzenli planı burada yerini araziye uydurulmuş, uzun bir plana bırakmıştır. Dicle kıvrımlarına paralel olarak uzanan şehrin büyük bölümü kazılarla ortaya çıkarılmıştır. Buluntular, Abbasi cami, saray, türbe ve ev mimarisi ile zengin süsleme sanatı hakkında bilgi vermektedir. Samarra, 836 yılında Halife Mutasım tarafından abbasi hizmetindeki Türk birlikleri için “ordugah şehri” olarak kurdurulmuş, 883 yılında terkedilmiştir.
Samara Ulu Camii, öteki adıyla Mütevekkiliye Camii, İslam dünyasının en büyük cami yapılarından biridir. 150.000 kişi burada bir arada namaz kılabiliyordu. Basit mimarisi, ilk İslam cami planının anıtsal ölçüler içinde tekrarından ibarettir. Yapımında tuğla ve kerpiç kullanılan caminin ilginç bir minaresi vardır. Kare tabana oturan dev boyutlu bu anıtsal minareye geniş bir rampa ile çıkılır. Bu minare formu, yine Samarra’da Ebu Dulaf Camii’nde tekrarlanmış ve bir daha kullanılmamıştır.
Samarra’ın ikinci büyük camii olan Ebu Dulaf Camii, 860 yılında yapılmıştır. Kalıntılar daha gelişmiş bir mimarinin varlığını ortaya koymaktadır. Harem bölümü, kemerli duvarlarla birbirinden ayrılan neflerden oluşmuş ve üzeri düz bir çatıyla örtülmüştü.
Samarra’nın saray ve evlerinde kullanılan çeşitli süsleme arasında mermer tozu ve alçı karışımıyla yapılan “ıtuk” kabartmalar önemli bir yer tutar. Bu kabartmalarda iki farklı teknik kullanılmıştır: Dik kesim ve eğri kesim. Dik kesimde motifler yaş sıva üzerine dikine olarak oyulmakta, böylece ışık-gölge kesin çizgilerle birbirinden ayrılarak kuvvetli bir kontrast etkisi sağlanmaktadır. Eğik kesimde ise daha yumuşak bir plastik etki söz konusudur. Eğik kesim, Türklerin İslam sanatına belki de ilk katkısıdır. Bu teknik daha önceleri Orta Asya sanatında Türkler tarafından kullanılmıştır. Dik kesimde daha natüralist, eğik kesimde ise daha stilize bir üslup görülür.
İslamlığın erken dönemlerine ait önemli yapılardan biri de Tunus’un Kayrevan şehrindeki Seydi Ukba Camii’dir. Yapımı 670’de Kuzey Afrika fatihi Ukbe bin Nafi tarafından başlatılan cami, ilk İslam camileri planındaydı. 724-727 yıllarında yenilenen yapının minaresi bu sırada yapılmıştır. Cami bugünkü şekliyle Aglebiler dönemine aittir. Harem bölümü, kıbleye dik 17 nefle kıble duvarına paralel bir neften oluşmuştur. Birbirinden sütunlarla ayrılan nefler bir sütun ormanını andırmaktadır. Zengin süslemeli sütun başlıkları eski Kartaca şehrinin kalıntılarından toplanmıştır. Sütunlar da Roma dönemi yapılarından alınmıştır. Orta nef daha geniş olup iki ucunda birer kubbe yer almaktadır. Yapının simetrik planı, ana eksen üzerinde bulunan iki kubbe ile daha belirgin kılınmıştır. Avluyu kemerli bir revak çevrelemektedir. Minare, Kuzey Afrika’ya özgü kare planlı minarelerin tipik bir örneğidir. Yukarı doğru daralan kübik elemanlardan oluşmuştur. Mihrap ve çevresi zengin süslemeleriyle dikkati çeker. Mihrap duvarında perdahlı teknikte kare çiniler kullanılmış, bunlar köşeleme olarak yerleştirilmişlerdir. Mihrap girintisi ise mermer levhalarla kaplanmıştır. Motiflerin oyma ve ajur teknikleriyle işlendiği mermer levhalarda ustalıklı bir işçilik göze çarpar. Genellikle Helenistik motiflerin İslam zevki içinde eritilmesi söz konusudur. ıstiridye motifleri, akantus ve asma yaprakları çok kullanılmıştır. Ahşap minber de o dönem ahşap işçiliğinin en görkemli örneklerinden biridir. Her birinde değişik motiflerin yer aldığı çeşitli boyutta panolardan oluşmuştur. Panolar oldukça simetrik bir düzende yerleştirilmiştir. Geometrik süslemenin yanı sıra hayat ağacı, kozalak ve asma yaprağı gibi bitkisel motiflere de rastlanmaktadır.
İslam sanatı, İslamlığın yayıldığı bütün bölgelerde yöresel üsluplarla kaynaşarak zengin örnekler ortaya koymuştur. Bu örneklerden biri de ıspanya’nın bugünkü adıyla Cordoba kentindeki Kurtuba Camii’dir. Yapımı Endülüs Emevi hükümdarı I. Abdurrahman tarafından 785 yılında başlatılan cami, Vizigot yapılarından devıirilen malzeme ile kısa sürede tamamlanmıştır. Ancak şehrin daha sonra Hıristiyanların eline geçmesiyle aynı yere yapılan katedralin alanı içinde sıkıp kalmıştır. Harem bölümünde yer alan atnalı biçimindeki çift katlı kemerlerin iki renkli oluşu iç mekana çekici bir görünüm kazandırmaktadır. Yapının iç süslemesindeki desen ve renk zenginliği göz kamaştırıcıdır. Mihrap bölümünde sadelikle ihtişam bir arada, şaşırtıcı bir ustalıkla kullanılmıştır.
İslamlığın bu ilk döneminden sonra bölgelere göre değişen, çok çeşitli üsluplar ortaya çıkmıştır. İslam sanatı, Türklerin İslamlığı kabulünden sonraki katkılarıyla daha da gelişmiştir.


Maden Sanatı
622’den sonra İslam topraklarında yaratılmış eserler, kap-kacak, mücevherler, silahlar, bazı bilimsel aletler, lambalar, kandiller, şamdanlar, sürahiler, ibrikler, gülabdanlar, vb. eserler, camilerde kullanılan rahle vb. mobilyalar. İslam maden sanatı ile ilgili başvurulan (yazılı)edebi eserlerde altın ve gümüş eserlerin çok üretildiğini yazar, ancak günümüze çok azı ulaşmıştır. İslamiyet ile birlikte Türkler de kıymetli objelerin ölenle birlikte gömülmesi geleneğinin kalkması da önemlidir. Minyatürlerde altın obje kullanım sahneleri görülür. Saray kuyumculuğu gelişmiştir. 11. yy. ortalarında Nasır-i Hüsrev Kabe’de altın ve gümüş mobilya-aksam bulunduğunu söyler. Gümüş kaplama kapılar, kapı tokmakları, gümüş şamdanlar vb.         
11. yy. Biruni çok aşırı ince bronzun 8. yy.da Emevi halifesinin altın ve gümüş kullanımını yasaklamasından sonra yapıldığını yazar. 14. yy. İbn-i Battuta, bir İranlı emirin evindeki ziyafette yemeklerin altın ve gümüş kaplarda ikram edildiğini söyler.
Madenler
En çok kullanılan madenler altın, gümüş, bakır, bakır-kalay alaşımı bronz(tunç), bakır-çinko alaşımı pirinç, demir, çelik ve kurşundur. (Lehim ve alaşımlarda kullanılmış ve soy madenlerinin saflaştırılmasında)Civa yaldızlamada kullanılmıştır. Bütün bu maden ve teknikler İslam öncesinde de kullanılmaktaydı. Maden ısıtılarak uysallaştırılır, cevherinden ayrılarak eritilir, saflaştırılır ve başka madenlerle karıştırılarak yeni alaşımlar elde edilir.Madenler doğada metalik ve cevher olarak bulunur. Metalik olanlara doğal maden denir. İçinde kimyasal bileşikler bulunan kayalara da cevher denir. Altın, gümüş, bakır, demir hem metalik hem cevher, kurşun, kalay, çinko, civa cevherden tasfiye(ısıtılarak) yoluyla elde edilen madenlerdir.
Yapım Teknikleri
1. Dövme Tekniği : İki şekilde uygulanır. Çökertme, Yükseltme.
2. Döküm Tekniği : Sıvılaştırılmış maden kalıba dökülerek uygulanır.
3. Tornada Çekme Tekniği
4. Perçin,Lehim,Kaynak
Bezeme Teknikleri
Çalma ve Kazıma Tekniği: Metaller üzerine genellikle çelik kalemler kullanılarak yazı, biçim çizilerek(kazınarak) yapılır.
Kabartma Tekniği: Kabartma aletleri ve çekiç kullanılarak yapılır. Maden tabakasına dıştan veya içten uygulanır. Alçak kabartma dıştan, yüksek kabartma içten yapılır.
Kalıpla (stampa) Kabartma: Aynı desenin tekrarlanması durumunda yapılan uygulama. Kalıplar hazırlandıktan sonra çekiç ve makas benzeri bir alet kullanılarak uygulanır.
Delik İşi(ajur): Bazı kesici ve delici aletler kullanılarak yapılır.
Telkari Tekniği: Teller kullanılarak yapılır. Daha çok mücevhercilikte kullanılır. Desenin etrafı çerçeve içine alınır. Çerçevenin içine teller desen oluşturacak şekilde yerleştirilir daha sonra gümüş tozu (veya altın tozu) ile kaynak yapılır, desenler birbirine sabitlenir.
Kakma Tekniği: Bir madenin içine başka bir maden kakılarak yapılır. (hak etmek)
Niello (savat) Tekniği: Latince “nigellus”, Arapça “sevat”, karartma anlamına gelir. Bir maden karışımı hazırlanır, karışıma kükürt eklenerek karartılır, macun kıvamına gelen karışım maden üzerindeki boşluklara doldurulur.
Değerli Taşlarla Süsleme:Maden üzerine değerli taşlar yerleştirilir. Osmanlı da firuze ve lal yaygın olarak kullanılır.
Yaldızlama Tekniği: Osmanlıda “tombak” da denir. Bakır yada gümüş üzerine yaldız sürülerek yapılır.
Erken İslam Sanatı Bizans ve Sasani etkisinde gelişmiştir. İslam Sanatı’nın boşluk bırakmadan bezeme anlayışı küçük objelerde de uygulanmıştır.
Mezopotamya ve Suriye Topraklarındaki Eserler ve Atölyeler
Melikşah’ın 1092’de ölümünden sonra Anadolu’da Atabekler(selçuklu) dönemi başlar. Bunlar arasında Zengilerin maden sanatına önemli katkıları olmuştur. Eyyubiler de Selçuklu geleneğinde maden sanatını sürdürmüşlerdir. 1262’de Moğol İstilası’na kadar iki önemli atölyenin bulunduğu şehirler Musul ve Şam idi.
Musul Ekolü ; üzeri sarı renkli pirinç ve kakma tekniği ile bezenmiştir. 12. yy.da Horosan’da üretilen eserler batıya gönderiliyordu. 1261’de Moğollar Musul’u ele geçirdiklerinde Musullu ustaları İran’da Tebriz’e götürdüler.
İlhanlılarda işçilik daha zarifleşir. Çin etkili motifler ortaya çıkar: Simurg, geyik vb. pirinç üzerine kakma tekniği 15. yy. sonuna kadar yaygın olarak uygulanmıştır. Bu teknik Memlükler tarafından da kullanılmıştır. İlhanlı hükümdarı Gazan Han islamı kabul ettikten sonra sanata önem vererek Çin’den eserler getirtmiştir. Bu dönemde Şiraz’da kadeh, şamdan ve taslar üretiliyordu.
15. yy.dan sonra bu bölgedeki bezemeler zarifleşir. Timurluların bölgeye gelmesiyle 1370’de Herat şehri kurulur. Burası sanat merkezi haline gelir, çok sayıda eser üretilir.
Memlükler 1250’de Kahire’de(mısır) egemenlik kurmuş, Suriye’ye yayılmış, 250 yıl varlığını sürdürmüştür. Kullandıkları maden teknikleri aynı fakat bezeme anlayışı farklıdır. Figürlü bezeme yavaş yavaş ortadan kalkar, frizli bir anlayış ve rumi, bitkisel bezeme, uçan kuşlar ve giderek yazının hakim olduğu bezeme anlayışı yaygınlaşır.
15. yy.ın sonlarına doğru kakma tekniği giderek azalır 1500’de İslam dünyasında ortadan kalkar. Osmanlıda altın üzerine değerli taşların kakıldığı eserler yapılmıştır.
Selçukluların en büyük yeniliği pirinç kullanmalarıdır. Pirinç içinde çinko ve bakır olan bir maden alaşımıdır. Gündelik kap-kacak, kandiller ve aynalar gibi eşyalar yapılmıştır. İbn-i Batuta, Diyarbakır ve Konya gibi merkezlerin saraylarında altın eserlerin kullanıldığından söz eder.
Anadolu Selçuklularında zeminde daha çok bitkisel dolgu motifleri, iri kitabeler, astrolojik figürler, av sahneleri kullanılır. Bronz malzemenin de kullanıldığı güneş-ay kompozisyonları, aslan, grifon, sfenks, boğa, çift başlı kartal, heraldik hayvan figürleri ve orta asya kökenli konular kullanılmıştır.
Osmanlı döneminde de Anadolu zengin maden yataklarına sahip. Bir çok kentte 20. yy. başına kadar süren bir maden sanatı vardı.
14.-15. yy.lara baktığımızda daha çok askeri amaçlı objeler(miğfer,kalkan) öne çıkar. 2.Murat’tan itibaren bir Memlük ustasının Anadolu’ya gelişiyle Memlük etkisi, İstanbul’un Fethi’yle de Bizans etkisi öne çıkar.(metaller üzerine yerleştirilen değerli taşlar Bizans’ın genel özelliği)
Osmanlı da en çok kullanılan tekniklerden biri tombak tekniğidir. Bakır ve gümüş üzerine altın yaldız sürülerek uygulanır. 16.-18. yy.larda en çok kullanılan teknik olmuştur.
Osmanlıda da Selçuklularda olduğu gibi bezemede hayvan figürü görülmez, daha çok palmetler, şemsler, rumiler ve yazı kullanılır. Teknik olarak kazıma, ajur, murassa(altın yuvalarına değerli taş yerleştirme) uygulanmıştır.
Gümüş eserler daha çok 19. yy.da yaygınlaşır. 18. yy.da batı sanatının etkileri görülür.
Kaynak: İSLAM EL SANATLARI / Banu Mahir / Maden Sanatı

(7-10. yüzyıl)
İslâmiyetin ilk yüzyılları çeşitli kültürlerin etkilerinin görüldüğü, zamanla yeni motiflerin ve tekniklerin uygulanması ile özgün bir üslubun geliştiği dönemdir.
Erken İslâm devri maden eserlerinin çoğu İran ve Mezopotamya atölyelerinde yapılmış döküm tekniğinde bronz kaplardır. Sasani prototipine bağlı armudi gövdeli ve kulplarında palmet-topuz veya hayvan başı biçiminde çıkıntı olan ibriklerin yanı sıra; küresel gövdeli, kulbu boncuk dizisi ile bezeli ve nar biçiminde çıkıntısı olan ibrik tipi bu dönemde geliştirilmiştir.
Seramik sanatında en önemli yenilik, Mısırlı cam ustaları tarafından geliştirilen lüster tekniğinin Mezopotamyalı ustalar tarafından 9.yüzyıldan itibaren seramiğe uygulanmasıdır. İran'da ise sigrafitto bezemeli seramiklerle birlikte, 10.yüzyıldan itibaren özellikle Nişapur ve Semerkant'ta, kûfî kitabeler, stilize kuşlar, Sasani geleneğinde figürler ve palmetlerle süslü, slip tekniğinde kaseler yapılmaya başlanmıştır.
Suriye ve Mısır'daki cam ustaları, Roma döneminde geliştirilen yapım tekniklerinde, günlük kullanım için basit ve bezemesiz kaplar üretmişlerdir. Lüks camlar kesme, lüster ve mine bezemelidir. İran ve Mezopotamya'da ise, Sasani geleneğini sürdüren, eğri kesim tekniğinde bitkisel, figüratif ve hat desenli camlar yapılmıştır.
MADEN SANATI
Kendinden önceki ve sonraki inanç dünyasını ritüelleri ile birlikte bünyesinde barındıran bir zaman diliminden, kültürden ve coğrafyadan bahsetmekteyiz. Fakat bu zengin atmosfer beraberinde bir karmaşa da taşımaktadır. Bu karmaşa içerisinde eser ve dönem tanımlaması yapmak oldukça zorlaşmaktadır. Maden, bu zengin ve karmaşık dönem içinde kullanılan malzemelerden bir tanesidir. Maden ile üretilen objeler gündelik hayat ta kullanılan bir obje olmalarının yanı sıra zengin bir simgesel anlam da taşımaktadırlar. Genel halk kitlesinin kullandığı sade üretimler dışında sınıfsal erk'in temsili olan üretimler de yapılmıştır. Dönemin tarih anlatıcılarından olan İbn Bibi İzzeddin Keykavus'un düğününde altın ve gümüş kapların kullanıldığını, İbn Batuta ise Anadolu Beyliklerinde gümüş ve altın kaplar kullanıldığını aktarmaktadır.

Madenin geri dönüştürülebilme özelliğinden dolayı çok fazla obje günümüze kadar gelememiştir. Coğrafyanın siyasi kaderi haline gelen çalkantılı dönemlerde, savaşlarda ya da ekonomik darboğazlarda o anki talebe göre eritilmiş ve bu dönüştürme işlemi gerçekleştirilmiştir. Ele geçen malzemelerden Konya ve Artuklu bölgesinde gelişmiş bir ustalık ve atölyecilik geleneği olduğu düşünülmektedir. Bu zaman dilimindeki ve coğrafyadaki sanatı homojen bir Anadolu Selçuklu sanatı olarak tanımlayamıyoruz. Diğer tüm alanlarda olduğu gibi sanat ve zanaat etkinliklerinde de baskın bir İran geleneği bulunmaktadır. Fakat aynı zamanda kültürel geçişlerin çok kolay yaşandığı bu atmosferde bir Mezopotamya etkisinden de bahsedebiliriz.
http://anadoluselcuklumimarisi.com/i/maden/ayna.jpg
http://anadoluselcuklumimarisi.com/i/maden/buhurdan.jpg
http://anadoluselcuklumimarisi.com/i/maden/davul.jpg

Selçuklu maden sanatı dendiğinde ilk olarak zengin bir figüratif gelenekten bahsetmeliyiz. Bu gelenekte Orta Asya göçebe kültürünün ve pagan dönem inanç motiflerinin izleri görülmektedir. Bitkiler ve hayvan figürleri kullanılmış, bunun yanı sıra reel dünyadaki figürlerle masalsı figürlerin sergilendiği bir anlam dünyası oluşturulmuştur. Bu karşıt evrenlerin yaratık formlarının astrolojik birer simge olarak kullanıldığı kanısı bir genel kabul oluşturmaktadır.

Ayna tarih boyunca tüm coğrafyalarda ve kültürlerde büyük sembolik anlamlar taşıyan bir malzeme olmuştur. Birçok Selçuklu aynasında karşılaşılan sfenks figürü sonsuz ışık olan güneşi temsil ediyordu. Kuyruk ve kanat uçları ejderle biten sfenks figürini Anadolu Selçuklu sanatının sevilen konusu olan güneş ve ay ikilemini temsil eder. Ejderin öbür dünyayı ve karanlığı, evreni, ikizler burcunu, yağmur ya da suyu simgelediği de düşünülmektedir. Ejder figürü boğa ile birlikte sergilendiğinde ise karanlığın simgesi olur.12. ve 13. yy.' larda kullanılan ,gövdeleri birbirlerine düğümlenmiş ejder figürleri mimaride nazara karşı bir koruma olarak kullanılmıştır. Yine bir başka motif olan atlı avcı figürü aynaların üzerinde çok sık kullanılmıştır. İlk örneklere 11-12. yy'larda Karahanlı'larda rastlamaktayız. Doğu İran kökenli bir süsleme biçimi olarak kullanılan yazı bezemelerinde kûfi, cüluslu kûfi ve neshi üsluplar kullanılmıştır.12.yy ortası yazı üslubunda harflere insan ve hayvan stilizasyonları katılmıştır. Horosan'da gelişen bu biçem Moğol istilasında Mezopotamya, Suriye ve Anadolu' ya yayılmıştır. Bu zengin anlam dünyasının bir de zengin teknik altyapısı bulunmaktaydı. Kakma tekniği 12.yy Horasan bölgesinde oldukça ilerlemiş bir tekniktir. Kakmalı eserlerin süslemesinde kırmızı bakır, gümüş, siyah savat (Niello) ve altın dolgular kullanılmıştır. Kakma tekniği 13.yy başlarında Horasan'dan Mezopotamya'ya geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Repousse tekniği ise dövme olarak yapılan bir kabartma işlemidir.
http://anadoluselcuklumimarisi.com/i/maden/dirhem.jpg
http://anadoluselcuklumimarisi.com/i/maden/havan.jpg
http://anadoluselcuklumimarisi.com/i/maden/kandil.jpg

Bu uygulamalar sonrasında çok farklı amaçlarla kullanılan objeler ortaya çıkmıştır. Aşağıda bu objelerden bazıları fotoğraflarla tanıtılmaya çalışılacaktır.  İlk örneğimiz Hasankeyf'in Anadolu meliklerinden olan Rükneddin Davud için yapılan mineli bir tastır. Mineli tasın içi ve dışı farklı renklerde mineli dolgularla kaplanmış olup, dolguların yerleştirildiği gözeler altınla yaldızlanmıştır. Bizans kökenli bir teknik olan "Cloisonnê-mine" tekniğiyle yapılan nadir örneklerdendir. Paris'te özel bir koleksiyonda bulunan ve Anadolu'da yapıldığı genel bir kabul olan pirinç tas dövme tekniğiyle yapılmış ,altın ve gümüş kakmalarla süslenmiştir. Tasın dışında nesih yazı ile Artuklu meliki Kara Arslan ibn il-Gazi'nin adı geçmektedir.

İkinci olarak bahsedebileceğimiz havanlar çoğunluğu Diyarbakır merkezli bir üretim envanterini ortaya çıkarmaktadır. 11-13.yy.'lar arasına tarihlenen bu tunç havanlar baharat ve ilaç dövmek için kullanılmış olup üzerlerindeki kitabelerde herhangi bir bilgilendirme bulunmamaktadır. Ağır, kalın duvarlı, silindir biçiminde sekiz ya da on kenarlı olarak üretilmişlerdir.

Diğer bir obje ise üzerindeki kitabeden künyesi çıkarılabilen ender örneklerden biri olan tunç bir kandil zarfıdır ve oldukça nadir bulunan bir üretimdir. Tunç kandil zarfı günümüzde Ankara Etnografya Müzesi'nde bulunmaktadır. Bu obje dövme tekniği ile şekillendirilmiş olup boyun bölümünde Nur suresinin 35. ayeti işlenmiştir. Kandil tavana asıldığında yazı rahatlıkla okunabilmektedir. Başka bir kandil zarfı ise Mevlana Müzesi'nde bulunan alt kısmı küp, üst kısmı piramit biçimli bir tunç kandil zarfıdır. Üzeri altınla yaldızlanmıştır. Kandil figürlü kompozisyonlarla süslenmiş ön yüzünün ortasında iki kanatlı bir pencere bulunmaktadır. Kandillerin Konya'daki bir atölyede yapıldığı düşünülmektedir.
http://anadoluselcuklumimarisi.com/i/maden/sfenks.jpg
http://anadoluselcuklumimarisi.com/i/maden/tunckandil.jpg
http://anadoluselcuklumimarisi.com/i/maden/tas.jpg

Repousse işçiliği ile yapılan şamdan form olarak oldukça nadir bulunan bir üretimdir. Şamdanın yukarıdan aşağıya inen kaburgalarla on eşit bölümlenmeye ayrılmış bir gövdesi vardır. Şamdanın omuz kenarındaki dilimli saçağın altındaki iç bükey bölümde nesih hatla yazılmış bir kitabe frizdir. Bir başka şamdan kaidesi ise Berlin Devlet Müzesindeki bir Artuklu ürünüdür. Dökümle yapılmış ve üzeri varakla kakılmıştır. Eserin boyun ve baş kısmı noksandır.

13. yy' da kullanılmaya başlayan bir başka üretimde delik-işi buhurdanlardır. Bir kısmı içine ateş konularak ısıtıcı olarak da kullanılmıştır. İki parçadan oluşan bu küre buhurdanlar menteşe ile önden bir kilit köprüsüyle bağlanmaktadır. Farklı hayvan stilizasyonlarıyla bezenmiş ve ışık, sembolize edilmiştir. 
Musul okuluna bağlı Güneydoğu geleneklerini yansıtan imalatlar Artuklu bölge kültürünün çeşitliliğini gösterir. Bu imalatlardan olan ibrik dövme tekniği ile yapılmıştır ve ayak kısmı sekiz yüzlüdür. Gövdeden ayağa geçişte beşgen bölmeler vardır. Altın ve gümüş kakmalar kullanılarak yapılan figürlü kompozisyonlar bölge kültürünü yansıtmaktadır.

Aynalar Selçuklu maden sanatında oldukça geniş bir kullanım objesi olmuştur.6-23cm arasında değişen halkalı ya da saplı Selçuklu aynalarının bir yüzleri cilalanmış ve parlatılmış, arka yüzleri de dökümle elde edilmiştir. Ortaçağ yaşam kültüründe gezegenlerle madenler arasında var olduğuna inanılan ilişkiden ötürü astrolojik motiflerle bezenmiş aynaların uğur getireceği düşünülmüştür. Aynanın yapımında yedi madenin kullanılmasıyla ürüne tılsım özelliği katılmıştır. Anadolu'ya mal edilen Selçuklu aynalarının bir kısmında ise hayat ağacı motifiyle birlikte verilmiş çifte sfenks figürü vardır. Çifte sfenks figürüyle bezenmiş bu aynaların çevresini bezeyen kûfi kitabelerde ürünün sahibine iyi dilekler iletilmiştir. Topkapı Sarayında bulunan çelik saplı pulad ayna üzerinde ise atlı avcı motifi yer almaktadır. Bu ayna 14.yy'da Beylikler Döneminde kullanılan pulad aynaların öncüsü olmuştur. Avcı figürünün başındaki hale onun önemli bir şahıs olduğunun kanıtıdır. Aynayı süsleyen av sahnesi ve hayvan figürleri Kuadabad Sarayı alçı kabartmalarıyla büyük benzerlik gösterdiğinden eserin Artuklu bölgesinden Konya'ya gelen bir usta tarafından yapıldığı düşünülmektedir.
http://anadoluselcuklumimarisi.com/i/maden/havan2.jpg
http://anadoluselcuklumimarisi.com/i/maden/kemer.jpg
http://anadoluselcuklumimarisi.com/i/maden/tokmak.jpg

Süsleme biçimine bakılarak Selçuklulara mal edilen bir başka maden obje Berlin Devlet müzesinde sergilenen altın kemer tokasıdır. Bir ziynet eşyası olan bu tokanın üzerinde bulunan kanatlı grifon figürünün Anadolu Selçuklu aynalarının üzerinde bulunmasıdır.

Türk-İslam Eserleri Müzesinde bulunan bir başka maden eşya grubunu tunç davullar oluşturmaktadır. Üst kenarlarında davulun ağzına gerilen derinin takılabileceği bir sıra çivi ve davulun diğer davula bağlandığı kulplar yer almaktadır.13. yy başlarına ait Horasan maden eserlerinde görülen ejder ve insan başlı yazılarla benzerlik gösterse de tam bir benzeri yoktur. Davullarda bulunan kitabede elif ve lam gibi dikey harfler ortada büyük ilmekler oluşturmuş, harflerden tek olanlar ejder, çift olanlar ise insan başıyla sonlanmıştır. Diyarbakır'da bulunan bu davulların bu bölgede imal edildiği düşünülmektedir. 
Dökümle elde edilen kabartmalı üretimlerden olan tunç kapı tokmakları maden sanatının en ilginç örneklerindendir. Bu üretimlerin en önemlilerinden biri günümüzde Türk-İslam Eserleri Müzesinde bulunan Cizre Ulu Camisinin kapısına ait olan tokmaklardır. Karşılıklı duran iki ejder ve ortasındaki aslan başından oluşan bir kompozisyon bulunmaktadır. Arslan güneş simgesi olarak kullanılmıştır. 
Maden sanatıyla ilgili olarak son üretim örneğimiz ise taht süsleridir. Bunlar tunç plaka işlemelerdir. Bu imalatta hem kabartma hem de yaldız tekniği kullanılmış ayrıca ortaya iri bir akik taş kakılmıştır. Çiçekli kûfi ile yazılmış bir iyi dilek levhası vardır. Bu kitabe üretimin 13.yy'dan daha erken bir dönemde yapıldığının kanıtı olarak yorumlanmıştır.
http://anadoluselcuklumimarisi.com/i/maden/samdan.jpg
http://anadoluselcuklumimarisi.com/i/maden/sfenks2.jpg
KAYNAKÇA
ERGİNSOY, Ülker, Maden Sanatı,
Selçuklu Çağında Anadolu Sanatı,haz.Doğan Kuban,YKY,2002,İstanbul.
KUBBET’ÜS SAHRA
Kudüs'te Müslümanlar ve Yahudiler tarafından kutsal kabul edilen kaya üzerine Emeviler devrinde inşa edilen ortası kubbeli sekizgen plana sahip bir yapıdır.
Kubbetu’s-Sahra, Resulullah (sas)’ın miraca çıkarken bastığına inanılan kayanın üzerine inşa edilmiştir Diğer bir konu hz ibrahimin ishakı kurban ettiği yer ayrıca Yahudi tapınagının kalıntıları üzerine insa edilen yerdir. Yahudiler Süleyman Tapınağı’nı kendi inanışlarına göre yeniden inşa etmek istiyor ve tapınaktan kalan Ağlama Duvarı’nda ibadet ediyor. İslam mimarisimde bilinen ilk kubbeli eserlerden olan Kubbetüs Sahra batılılar tarafından daha çok Ömer camii olarak bilinir. İslam inancında müslümanların peygamberi Muhammed Kubbetüs Sahra içindeki kaya'nın üzerinden miraca yükselmiştir. Kubbetüs Sahra Emevi Halifesi Abdülmelik devrinde 687-691 yılları arasında inşa edilmiştir. Binanın iç yüzeyi ve kubbesi kur'an sureleri ve çesitli motiflerle süslenmiştir. Haçlılar'ın 1099 tarihinde Kudüs'ü müslümanlardan almasından sonra Kubbetüs Sahra kiliseye çevrildi ve binada çeşitli değişiklikler yapıldı. Binanın kuzeyine Hristiyan din adamları için hücreler ilave edildi, kubbesine haç yerleştirildi, kubbenin altındaki mağaraya ikonalar kondu. 1187'de Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs'ü fethinden sonra Haçlılar döneminde yapılan değişikliklerin büyük bir kısmı kaldırıldı.
Kudüs’e uzaktan bakınca göze ilk çarpan en şık yapı, parıldayan altın kubbesi ile Kubbetü’s Sahra’dır. Altın Kubbe tam mübarek taşın üstüne kurulmuştur.
Kubbetü’s Sahra, Harem-i Şerif’in aşağı yukarı orta kesiminde, gerek dış mimarisi ve gerekse iç mimarisi oldukça dikkat çekici bir eserdir. Kubbenin tam altında, Müslümanlığa göre Hz. Muhammed’in Mirac’a yükselirken üzerine bastığı çok büyük bir kaya bulunmaktadır. Yani Muallak taşı, (havada duran taş) etrafı demir parmaklıklarla çevrilidir. Yeryüzünün en muhteşem mimarilerinden biri olarak kabul edilen Kubbetü’s Sahra, bu kıymetli taşı korumak maksadıyla 691 yılında Emevi halifelerinden Abdulmelik bin Mervan tarafından yaptırılmıştır.

Manevi atmosferi tarihin derinliklerinden gelen Kubbetü’s Sahra bugün tamamen İsrail yönetimi altında bulunan Kudüs’te, Arapların yaşadığı ve içinde eski şehrin de bulunduğu Doğu Kudüs ve Yahudilerin yaşadığı Batı Kudüs olmak üzere fiilen ikiye bölünmüştür. Tarihi kentin iki yakasını yeşil hat denilen çizgi ayırmaktadır.
Hacer’i Muallak’ın kuzey-güney çapı 18 metre, doğu- batı çapı 13.5 metre uzunluğunda. Mübarek taşın en yüksek yeri ise yerden 2 metre, en alçak yeri yerden 1.25 metre yüksekliğinde. Üstündeki görkemli kubbenin dışı kurşun üstüne altın kaplanmış. Çapı 20.2, yüksekliği 20, en tepe noktası ise 35 metre olan kubbenin iç kısmında bulunan nakış ve motiflerin güzelliği kayda değerdir.
1099’da Haçlı orduları Kudüs’ü zaptedince, Kubbetü’s Sahra’yı saray haline getirmişler. Ancak 1187’de Selahaddin Eyyûbî, Kudüs’ü tekrar fethedince, sarayı bozarak tekrar cami haline getirmişir.
Osmanlı İmparatorluğu devrinde, Kanuni Sultan Süleymandöneminde iki defa, daha sonra da İstanbul’dan giden Mimar Kemalettin Bey tarafından 1920 yılında üçüncü defa tamir edilmiş. Hacer’i Muallak’ın güneydoğu tarafında 11 basamaklı dar bir merdivenden boşluğa veya bir nevi küçük bir mağaraya iniliyor. Kubbetü’s Sahra sekizgen şeklindedir. Her bir kenarın uzunluğu 20 m.’dir. Dört kapısı vardır. Kubbetü’s Sahra’nın içinde mübarek emanetlerin muhafaza edildiği sandıklar vardır. Hz. Muhammed ve Hz. Hamza’nın sancakları buradaki mübarek emanetlerin en önemlilerindendir. Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s Sahra camilerinin bulundukları avluda tek şerefeli bir de minare bulunmaktadır. Yıldız Demiriz Erken İslam Sanatı çalışmasında Kubbetü’s Sahra için şu anlatımda bulunuyor:

“Yapıldığı zamanki durumunu, çok az bir değişmeyle günümüze değin koruyan en eski İslam yapısı, Kudüs’te bulunan Kubbetü’s-Sahra’dır. Yapı şehrin dini merkezi sayılan Harem-i şerif’in en yüksek noktasında yer alır. Bu tepe İslamlıktan önce de kutsal sayılıyordu. Museviler yapının içinde bulunan kayayı ıbrahim Peygamber’in oğlu ısmail’i kurban etmek üzere seçtiği yer sayıyorlardı. Müslümanlar için de burası, Hazreti Muhammed’in miraca çıktığı yerdir. Kubbetü-s-Sahra bu kutsal kayanın ziyaret ve tavâfını kolaylaştırmak için yapılmıştı. Asıl amaç ise İslamlığın merkezini oraya çekmek, Kudüs’ün bir İslam kenti olduğunu kanıtlamaktı. Kubbetü’s-Sahra’nın planı, Hacer-i Muallak denilen kutsal kayanın tavafına uygun biçimde tasarlanmıştı. Dört girişli sekizgen mekan, ziyareti
kolaylaştırdığı gibi kayayı her açıdan görebilmeyi de sağlıyordu. Sekizgen dış duvarın içinde ayaklar ve sütunlarla ikinci bir sekizgen oluşturulmuştur. Bunun içinde de kayanın çevresinde dört ayağa dayanan orta mekan yer alır. Orta mekanı 20 metre çapında ahşap bir kubbe, çevre mekanları ise ortak bir çatı örtmektedir. Bu yapıda İslam mimarisinin ilk mihraplarından biriyle karışlaşırız. Tek parça mermerden yapılmış mihrap, form ve süsleme bakımından çok basittir. Ama daha sonraki mihraplara örnek olması açısından önemli bir yeri vardır. Yapının dışı ve işi değişik tekniklerle zengin biçimde süslenmiştir. Dışta, renkli taş ve mozaik süslemenin yanı sıra özellikle Kanuni dönemindeki onarımda eklenen Osmanlı çinileri dikkati çeker. Dış yapı daha sonra da çeşitli onarımlar görmüştür. Süslemede mozaik tekniği ön plandadır. Altın zemin üzerinde, bitkisel motifler, simetrik düzende yerleştirilmiş kıvrık dallar, hurma ve hayat ağaçları, iri akantus yaprakları başlıca motiflerdir. Bu motiflerde ve motif düzeninde Doğu’nun, özellikle Sasani sanatının etkileri görülür. Ayrıca Helenistik Roma ve Bizans sanatlarının izleri de vardır. Mozaiklerin yapımında Bizanslı ustaların çalıştığı anlaşılmaktadır. Bu mozaikler, erken İslam süsleme sanatı hakkında fikir vermeleri kadar, ıkonoklast dönemde ortadan kaldırılan Bizans mozaiklerinin özelliklerini göstermeleri bakımından da belgesel bir değer taşır.
Kubbetü’s-Sahra İslamlığın günümüze kalan en eski yapılarından biridir. Ancak bu yapı cami değil bir ziyaretgâhtır. Bu nedenle daha sonraki bir tarihte yapılmış olsa da şam’daki Emeviye Camii, günümüze orijinal planıyla gelebilen en eski cami olma özelliğini taşır. Bu cami Emeviler döneminin en önemli mimarlık örneği sayılabilir. Cami mimarisine birçok yenilikler katmış, hatta çok sonra Anadolu camilerini bile plan yönünden etkilemiştir. Emeviye Camii İslamlıktan önce de kutsal sayılan bir alanda yer alır. Roma döneminde burada bir Jupiter tapınağı bulunuyordu. Hıristiyanlık döneminde aynı yere bir kilise yapıldı. 636 yılından sonra bu kutsal alanın bir köşesi cami olarak, geri kalan kısmı da kilise olarak kullanıldı. 705-707 yıllarında Emevi Halifesi I. Velid, bu kiliseyi yıktırarak, yerine Emeviye Camii’ni yaptırdı. Cami, geçirdiği yangınlara ve onarımlara rağmen, özgün biçimini büyük ölçüde korumuştur.

Bu cami, getirdiği önemli yeniliklerle ilk camilerin birbirini tekrarlayan basit formundan ayrılan, mimarlık alanında özgün bir yaratmadır. Yapının çevre duvarı Roma tapınağının temelleri üzerine oturtulmuştur. Minareler de bu çevre duvarının köşe kuleleri üzerinde yer alır. ıç alanın yarıdan biraz fazlası avlu, kıble tarafındaki dikdörtgen mekan ise asıl ibadet yeri yani harim kısmıdır. Caminin planı, kıble duvarına paralel, birbirinden sütun sıralarıyla ayrılan üç neften ve ortada bunları dik olarak kesen bir neften oluşmuştur. Neflerin kesişme yerinin ortasını bir kubbe örter, bunun dışında kalan mekanlar ise çift meyilli çatılarla kaplıdır. Bu plan, daha sonra küçük farklarla Anadolu’daki bazı camilerde de kullanılmıştır. Ana eksen üzerindeki nefin yan neflerden daha yüksek olması, avludan bakıldığında yapıya anıtsal bir görünüm kazandırmaktadır. ıç mekanda yer alan iki katlı sütun dizileri de aynı anıtsallık etkisini sürdürür. Sütun başlıklarının bir kısmı daha önceki Roma tapınağından alınmış, burada yepyeni bir düzen içinde tekrar kullanılmıştır. Avlu revaklarında da iki katlı düzen görülür. Altta bir ayak, iki sütun; üstte bir ayak, bir sütun alternatif sırayla dizilerek, hareketli bir görünüm sağlanmıştır.
Caminin avlu revaklarında ve iç mekanında yer alan mozaiklerde geç Helenistik üslubun İslam zevki içinde özümlendiği görülür. kemer içlerinin akantus yapraklarıyla süslenmesine karışlık, düz yüzeylerde daha çeşitli ve zengin bir dekorasyon göze çarpar. Bu mozaikler İslam sanatı için olduğu kadar, örnekleri günümüze kalmayan aynı dönem Bizans mozaik sanatı hakkında fikir vermek bakımından da önemlidirler. Ağaçlıklar içinde yer alan bir takım hayali yapıların tasvir edildiği mozaiklerde oldukça gelişmiş bir perspektif anlayışı, gölge-ışıkla sağlanmış bir derinlik etkisi görülür. Gerek bu özellikler gerek dalları budanmış ağaçlar Helenistik duvar resimlerini anımsatırlar. Ön planda görülen akarsuyun, şam’dan geçen Barada nehri olduğu ileri sürülmüştür. Bu ilginç doğa ve yapı tasvirlerinde insan ve hayvan figürleri görülmez. Çünkü İslamlık dini yapılarda bu tür tasviri yasaklamıştır.
Muallâk Taşı 
Kontrol noktasını geçtikten sonra Kubbetüssahra’nın büyüleyen o muhteşem görüntüsü karşımıza geliyor. Kubbetüssahra Arapçada “kayanın üzerindeki kubbe” anlamına geliyor. Cami 685-691 tarihleri arasında Emevi halifesi Abdulmelik Bin Mervan tarafından, peygamber efendimizin üzerinde Mirac’a yükseldiği büyük kayanın üzerine yapılmış.  Bu kayaya muallâk taşı denilmektedir. Peygamberimiz miraca yükseldiğinde bu taş da peygamber efendimizle birlikte yükselir. Peygamber efendimiz durumun farkında olunca taşa dur der ve taşı kaldıran kudret, taşı o halde durdurur. Taş bir süre havada asılı kaldıktan sonra yerine yeniden oturur. Bundan dolayı taşa muallâk taşı denilmektedir. Taş kuzey-güney istikametinde 18 metre, doğu-batı istikametinde ise 13.5 metre çapındadır. Muallâk taşının en yüksek yeri 2, en düşük yeri ise 1.25cm yüksekliğindedir. Altın kubbenin çapı büyüklüğündeki kaya’nın altında bir oyuk bulunmaktadır. Bu oyuğa merdivenle inilmektedir. Küçük bir mescit görünümündeki oyukta 15-20 kişi namaz kılabilmektedir. Kubbesi Ürdün kralı Hüseyin tarafından altınla kaplanan camide kaya kubbenin altında bulunuyor.

MESCİD-İ AKSA VE KUBBETTÜS SAHRA

Kubbetüssahra camii taşın etrafında konuşlandırıldığından ilginç bir mimariye sahip. Sekizgen olan camiinin dört yöndeki duvarlarıda dört ayrı kapı bulunmakta. Bu kapılardan birisi güneye bakmaktadır ki, imamın namaz kıldırdığı mihrap ta bu kapının önünde yer almaktadır. Kıble yönünden de içeriye girilebilen dünyadaki tek cami sanırım Kubbetüssahra’dır. Kubbe mevsimleri belirten 4 ana sütun ile ayları simgeleyen 12 sütun üzerine oturtulmuştur ve üzeri altın varak ile kaplanmıştır. İçeriden ahşap süslemeleri ve rengârenk mozaikleri dış cephesindeki çini süslemeleri ile bu yapı Kudüs’ün İslami yüzünü gösteren muhteşem bir sanat harikasıdır. 1099’da Kudüs’ü ele geçiren Hıristiyanlar burayı kilise olarak kullanmışlar, Selahaddin-i Eyyübi’in Kudüs’ü yeniden  1187’de fethetmesiyle birlikte mescit  88 yıl aradan sonra asli fonksiyonuna geri döndürülmüş. Caminin dışında yer alan çini süslemeleri Kanuni Sultan Süleyman devrine aittir. Kubbetüssahra’nın sekizgen dış duvarının üst tarafına Yasin-i Şerif’i yazdıran padişah ise II.Abdülhamit’tir. Gerek Osmanlılar gerekse diğer devletlerden Kudüs’e sahip olanlardan her padişah, her paşa veya her Kudüs valisi Harem-i Şerif’in içerisine bir hizmet yapmak istemiş. Harem bundan dolayı irili ufaklı onlarca tarihi eseri barındıran doğal bir tarih müze haline gelmiştir. Harem-i Şerif’in 140 bin metrekarelik kutsal alanının her tarafı ayrı dönemlere ait tarihi eserlerle doludur.
Kubbetüssahra’yı ziyaret ettikten sonra kıble istikametine doğru yürüyerek yüzyıllara meydan okuyan, peygamber efendimizin miraç yolculuğundaki birinci durağı Mescid-i Aksa’ya yöneldik. Mescid-i Aksa ile Kubbetüssahra’nın arası yaklaşık 150-200 metre. Kubbetüssahra biraz daha yüksekte kalıyor. Kubbetüssahra’dan Mescid-i Aksa’ya  ulaşmak için dört kemerli revaklardan geçip 20 basamak aşağı inmek gerekiyor. Merdivenlerden indikten sonra mermer kaplı geniş bir meydana geliniyor. Mescit’in giriş kapıları kuzeye, yani Kubbetüssahra’ya bakıyor. Kubbetüssahra’da namaz kılan birisi kıble olarak hem Mescid-i Aksa’yı hem de Kabe’yi karşısına almış oluyor. Mescit’e girilen geniş kemerli kapının sağında ve solunda üçer kemer bulunuyor.  Kemerlerle başlayan revaklar kuzey-güney istikametinde mescidin bir başından diğer başına kadar devam ediyor. Mescid-i Aksa kuzey-güney istikametli 15 kemerden oluşurken, bu kemerlerden bugüne sadece 7’si kalabilmış. Bölge deprem bölgesi olduğundan zamanla diğerleri yıkılmış. Bugüne kalan yapının sağında ve solunda eskiden mescit alanı olduğunu belgeleyen sütun kalıntılarına rastlamak mümkün. 
Mescidin bulunduğu araziye ilk mescit Hz.Ömer tarafından 637 yılında yaptırılmış. Hazreti Ömer Kudüs’ü fethettikten sonra, ilk iş olarak buraya küçük bir cami yaptırmış. Günümüzde var olan mescidi ise  709 yılında Emevi Sultanı Velid Bin Abdulmelik yaptırmış. Mescit klasik Arap mimarisiyle inşa edilmiş ve giriş kapısından mihraba doğru uzanan üç revaktan oluşmuştur. Mihraba yakın ahşap süslemeli bir kubbesi bulunan mescit, Hıristiyan işgaline kadar bir çok tamir geçirmiştir. Haçlılar burayı işgal edince de bir süre Kilise’ye çevirmişler.  Maalesef alt bölümlerini ise ahır olarak kullanılmışlar. Alt bölümler olarak adlandırılan kısım Namaz kılınan mevcut mescidin bodrumları olarak düşünülebilir. Mescit’in güney duvarı ile kuzey duvarı arasında (Tepe olduğu için) kod farkı olduğundan, bodrum olarak nitelendirilen kısma kuzey yönünde uzun merdivenlerle inilirken, güney tarafı yüksekte kaldığı için pencereler güneydeki Silvan vadisine bakmaktadır. Mescidin alt bölümleri yine kod farkından dolayı birbirine kendi içinde merdivenlerle bağlanmaktadır. Alt bölümlerin büyüklüğü alan itibariyle, üstteki yapıdan birkaç kat büyüktür. Mescid-i Aksa depremlerde birçok kez yıkıldığından ve her seferinden ayrı dönemlerde, ayrı mimari tarzlarla yeniden yapıldığından yekpare bir mimari yapıya sahip değildir. Birbirine benzemeyen sütunlar, farklı kemer ve farklı tavan kaplamaları ile Mescid-i Aksa 8.yüzyıldan günümüze bütün dönemlerin farklı mimari esintilerini yaşatmaktadır. 
Selahaddin’i Eyübi’nin Kudüs’ü fethiyle birlikte yapı tekrar mescit haline dönüştürülmüş. Eyyübi Sultanı İsa döneminde camiye bazı ilaveler yaptırılarak cami genişletilmiş. Osmanlı döneminde ise Kanuni, II.Mahmut, Abdülmecit ve II.Abdülhamit, Cami’nin bakım ve onarımıyla yakından ilgilenmişler. 
1969 yılında fanatik bir Yahudi Mescid’i yakma teşebbüsünde bulunmuş ve mescide önemli ölçüde zarar vermiş. Eyyübi Sultanı Nureddin Zengi döneminde Halep’te yaptırılıp getirilen ve Abanoz ağacından yapılmış harika sanat eseri minber bu yangında maalesef kül olmuş. Birbirinin aynısı olan ve yine Nureddin Zengi tarafından yaptırılan diğer minber ise halen Halil kentinde bulunan Hz.İbrahim Külliyesinde mevuttur. 
Mescid-i Aksa’nın içerisinde tamamı mermer olan ve Hz. Zekeriya’ya atfedilen bir minber bulunuyor. Müslümanlar burayı da ziyaret ederek, Hz. Zekeriya’ya dualar gönderiyorlar. 


İSLAM SANATI, Louis Gadret
İslam Sanatı, bir tarafta mimari ile cami ve medreselerin tezyin edilişi, diğer tarafta Kuran’ın sade ve çok güzel şekilde tilâveti şeklinde iki kısmı kapsamaktadır.
İslam mimarisinde çeşitli etkilenmeler sonucu farklı tarzlar mevcuttur. Medine Mescidi’nin basitliğine karşın, Emevi dönemi yapılarında Bizans etkileri (Şam’daki Büyük Emevi Camii ve Kudüs’teki Kubbetüssahra), Abbasi dönemi yapılarında İran etkileri (Bağdat’taki kaybolan yapılar ve Kahire’deki Tolunoğlu Camii) hakim olmuşken, Fâtımî mimarisinde hem Emevî hem İran ve hem de Tolunoğlu etkilerini birarada görmek mümkündür (Büyük el-Ezher Camii ve Külliyesi).
Geniş etkileşimle oluşan diğer iki mimari örneği de Selçuklu ve Memluk sanatı yapılarıdır.
Mağrib-i Aksâ’da (Uç-Batı) yani Mağrib ve Endülüs’te ise, Doğu-İspanyol-Mağribî tarzının ağırbaşlı âhengi boyverdi. Her yanı saran süslemeleriyle bu sanat, İslam sanatının en güzel örneklerinden biridir ve ilhamını aldığı ruhun en karakteristik örneğidir. Müslüman ve Hıristiyan mimarlar-sanatkârlar bu sanatı oluşturmak için birlikte çalıştılar. Mağribî, Bizans ve Avrupa etkileri Doğu geleneklerine karışarak neredeyse eşsiz şaheserler meydana getirdi >
Kurtuba (Cordoba) Ulucamii (II.-III./VIII.-IX.yy.),
Tlemsen Camii (VI./XII.yy.),
Merâkeş’te Kütübiye Camii (VI./XII.yy.),
İşbiliye’de (Sevilla) Giralda Camii (VI./XII.yy.),
Fas (Fez) Medreseleri.
Camilerin Süslenmesi, İslam dininin 1 olan Allah’a gereği gibi ibadet edebilmek ve en küçük bir put temsiline meydan vermemek için insan ve hayvan şekillerini resmeden tabloları ve daha hassa şekilde heykeli haram kıldığı gerçeği dikkate alınarak yapılmıştır. Bu yüzden, dekoratif sanatlar zaferini çiçek motiflerini çarpıcı ve karmaşık geometrik çizgiler içinde eriterek kazandı ve bu çizgiler Arap harflerinin hârikulâde hattıyla desteklendi.
Bu sanatta, hemen herşeyde olduğu gibi, Mağrib ve Endülüs daha kesin ve net kurallar gözetti. Belki de rölyef manzumesinde böyle bir mükemmelliğe ulaşmasının nedeni buydu.
Bu mimari ve dekoratif sanat, cami ve diğer dini yapılardan dinî olmayan yapılara kadar yayıldı.
Dindışı yapılarda herşeye rağmen temsil ve heykel kullanımı olmuştur. Örnek, Meşetta’daki Emevi sarayındaki hayvan tasvirli duvar tezyinatı ve Gırnata’daki (Granada) Elhamrâ Sarayı’nın Aslanlı Avlu’su. Bir bütün olarak Elhamrâ, ibadet mahalleriyle olduğu gibi yönetici saraylarıyla da İslam dünya görüşünün etkili bir şahidi olarak durmaktadır.
Minyatür, camilerde süsleme sanatı olarak kullanılmadığı ve üç boyutlu olarak çizilmediği sürece Doğu’da da kabul gördü.
El Sanatları, Halı Dokumacılığı, Pahalı İpek ve Brokar Süslemeciliği gibileri, her ne kadar tavizsiz fakîhlerce yasaklanmışsa da, zevk ve lükse düşkünlüğün ağır bastığı bir hayat tarzıyla birlikte varlığını sürdürdü.
Mûsikî (Mağrib’te mûsîkâ),  Bağdat’ta Abbasi saraylarında yetişen müzik ustası Ziryab’ın Endülüs’e geçmesi ve orada Endülüs Emevî hükümdarlarınca büyük bir teveccühle kabul görmesi sayesinde Doğu ile Batı’nın karşılaşması meydana gelmiş ve sonuçta özgün Endülüs Müziği doğmuştur.
ŞAM EMEVİYE CAMİ
Suriye'nin başkenti şamda diğer adıyla dımeşk tedir. şam’ın en büyük, en eski ve görkemli camii. kilise olarak kullanılmakta iken, şam’ın müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra, 705 yılında emevî halifesi velid bin abdülmelik tarafından bir kısmı camiye çevrilmiş. daha sonraları yapılan tadilatlarla genişletilerek bugünkü halini almış ve tamamı cami olarak kullanılmaya başlanmış. camide ayrıca, hz. yahya peygamberin kabri ile imam-ı hüseyin’in kerbelâ’da yezid’in adamları tarafından kesilen ve şam’a getirilen mübarek başlarının defnedildiği ve ziyaret edildiği bölüm bulunuyor. avluda bulunan 8 sütun üzerine yükselen hazine kubbesi, kamu hazinesini korumak amacıyla abbasîler döneminde yapılmış. camiin ilginç yönlerinden birisi de, dört farklı mezhebi temsilen dört ayrı mihrap yapılmış olmasıdır. ünlü islâm âlimi imam-ı gazali hazretleri meşhur eseri ihya-u ulûmid-din’i bu camide kaleme almış. ayrıca bediüzzaman said nursî ünlü şam hutbesi’ni (hutbe-i şamiye) 1911 yılında bu camide irad etmiş. emeviye camii’nin kapladığı 7 bin metrekarelik alanda ayrıca selâhaddin-i eyyûbî türbesi, hz. hüseyin’in kızı seyyide rukiye camii, ilk türk hava şehitlerinin mezarları ve turistik eşya satan bir çok dükkan bulunuyor. Giriş kapısının üst tarafına yapılan duvar süslemeleri görmeye değerdir.
Emevi Camisi mimari özellikleri, ince süslemeleri ve taşıdığı manevi değerlerden dolayı dünyanın en seçkin birkaç camisinden biridir. Emevi Camisi Şam şehrinin sembolü ve en çok ziyaret edilen yeridir. Tarihçi Stragon " Asyanın batısındaki en meşhur şehir" der. Şam'a nereden gelirseniz gelin Emevi Camisi karşılar sizi. Çünkü Emevi Camisi ile Şam birbiri ile özdeşleşmiştir adeta.Emevi Camisine ulaşmak için meşhur Hamidiye çarşısından geçmenizi tavsiye ederiz.Çünkü uzun bir giriş kapısı gibidir.Emevi Camisi M.Ö 1. y.y.'a ait harap bir Roma mabedi ve yanında bulunan Hz. Yahya kilisesinin yerine inşa edilmiştir.Şam'ın fethinden sonra mabed Hz. Ebu Ubeyde Bin Cerrah'ın gözetimi altında 635 yılında yani 1370 yıl önce camiye çevrilmiştir. Daha sonra caminin ihtiyacını karşılayamaması üzerine Emevi Halifesi Velit Bın Abdulmelik Roma mabedinin yanındaki kiliseyi hristiyanlardan kendilerini razı ederek almış ve genişletmiştir. Hatta bir rivayete göre karşılığında büyük bir kilise vermiştir.Yapımı devam eden asırlar içinde birçok yangına ve tahribata maruz kalan Emevi Camii çeşitli onarım ve değişiklikler geçirmiş. Buna rağmen mimari özelliklerini bilhassa mozaiklerdeki ihtişamını koruyabilmiş. Caminin üç minaresi var bunlardan en meşhur olanı Ak Minaredir. Halk arasındaki yaygın inanışa göre Hz. İsa bu minareye inecek. İçinde Hz. Hüseyin'in mübarek başının bulunduğu ve Hz. Yahya türbesinin mevcut olduğu bu cami ziyaretçilerini bekliyor.

EMEVİ SANATI 
Emeviler devri mimaride ve diğer sanat dallarında temel formların ortaya çıktığı kuralların tespit edildiği ana şemaların belirmeye başladığı bir kuruluş dönemini ifade eder. Emeviler İslam devletlerine dahil olan ülkelerde yüzyıllardır kökleşmiş sanat gelenekleriyle karşılaşmışlar kuruluş devrinde olan her sanat gibi bu büyük birikimden etkilenmiş ve yararlanmışlardır. Sanatsal formlarını büyük ölçüde geç Helenistik ve Sasani sanatlarından almışlardır. Kubbet’üs sahra ve Şam ümeyye caminin mozaikleri gerek teknik gerekse temalar bakımından Helenistik etkiler taşır. Mozaik süslemelerde görülen manzaralar pompei fresklerini andırır bitki unsurları özellikle Suriye ve Hıristiyan sanatını, kusayr-ı amra görülen dolgun vücutlu kadın figürleri ise roma sanatından alınmıştır. Müslümanlar koptların kumaş kemer ve bilezik gibi ziynet eşyalarında görülen bezemeleri alıp zengin bir hayal gücüyle kaynaştırarak yeni yorumlar elde etmişlerdir. Dalgalanan kurdele inci dizesinden daireler içersine alınmış gül bezekler üçgen motifleri İslam sanatının bu ilk devrinde Sasani etkilerini açığa vurur. Suriye ve yakın çevresindeki İslam öncesi çeşitli medeniyetlerin ve Hıristiyanlığın ortaya koyduğu eserlerden etkilenen Emevi sanatı özellikle mimari binaların ve süslemelerin düzenleri farklı bir sanatın oluşumunun habercisi olmuştur. Her ne kadar İslam öncesinin kültürel izlerini taşımış olsa da yavaş yavaş bir ”İslam anlayışı ve kültürü” kendini göstermeye başlar. Mimari yapıların duvarlarındaki süslemeler, hiç boş yer bırakmadan yüzeyleri doldurmak Emevi sınıfının bir özelliği olarak öne çıkar. 691’de kubbet’üs sahra ile başlayan 740-45’te meşatta ile sona eren bu dönemde el-cezire’nin batı yarısı eser bakımından en yoğun bölgedir. Mimari yapılarda ana malzeme olarak taş ve tuğla kullanılmıştır. İlk anıtsal İslam yapıları çok zengin mozaik yapıları ve fresklerle süslenmiştir. Kubbet’üs sahra, Şam ümeyye camii kusayr-ı amra, hırbet’el mefcer, meşatta gibi 8yy çöl saraylarında ve diğer eserlerde birbirinden farklı ve kıymetli fresk ve mozaiklerle stuko dekorasyonlar görülür. Bu gibi dini eserler dini mimarinin ilk plan şemalarını oluşturmuş daha sonra yapılacak olanlarına da örnek teşkil etmiştir. Sivil mimari örneklerini iyi koruyamamışlardır. Geniş bir avlu etrafında biçimlenen kompleks binalar olarak planlanan kuleli ve korunaklı bu yapılar verimli vahalarda veya bozkırlarda inşa edilmişlerdir. Aralarında önemli farklar bulunmakla birlikte her biri büyük bir yaşama alanı, cami, hamam ve çeşitli hizmet binalarından oluşan bu yapılar tipolojik açısından aynı grup içersinde yer alırlar. El cezirede bulunan en önemli yerleşim yerleri hırbet el mefcer, hırbet-minye, kusayr-ı amra, cebel seys, kasr’ül hayr-ül şarki, kasr’ül hayr el garbi, meşatta ve uhaydır. Bu saraylar üslup bakımından farklı olmakla beraber ortak amaçlarla yapılmıştır. Zaman zaman kullanılan belli bir konfora sahip toplumsal işlevi olmayan iktidarın zevkine bağlı yapılardır. Mimari düzenlemelerinde dünyevi ve maddi eğilimleri görülür. Emevililer bir yandan çöle yakın yaşam tarzını takip etmek ,ata binmek avlanmak gibi faaliyetlere ilgi duyarken diğer yandan bağlı bulunduklar topluluklarla sürekli temasta bulunabilmek amacıyla yolların birleşim noktalarında korunaklı mekanları yaptırdıkları da düşünülmektedir. Emeviler devrinde dini mimari eserleri daha sade ve soyut bitkisel ve geometrik tarz süslemelerle yapılırken din dışı amaçlı yapılan çeşitli binalar köşkler kasırlar küçük saraylar gibi binalarda bitkisel düzenlemenin yanı sıra insan ve hayvan figürleri çeşitli heykeller kabartma ve fresklerde yer almışlardır. Bu donemde dini yapılarda bilinçli olarak figürlü tasvirler kullanılmadığı sivil mimaride diğer kültürlerden alınan anlatımların tercihi ve kullanımında çok daha farklı yorumlar ortaya çıktığı görülmektedir. Emevi dönemi sanatından günümüze ulaşan örneklerin çoğu mimari yapılar ve mimari bağlı sanat dallarına ait eserlerdir. Ahşap, metal, fildişi ve seramik eşyalarının yer aldığı diğer sanat kollarında verilen eserlerden bugüne ulaşanlar ise azdır. Bunların üzerindeki süslemelerin mimari süslemelerle uyumlu ve aynı üslupta olduğu görülmektedir.


Emevi sanatı, özellikle mimarlık alanında gelişmişti. Emevi döneminden günümüze pek çok cami, saray, kale gibi yapılar kalmıştır. Emevi sanatı, Yunan, Bizans, İran’daki Sasani sanatından etkilenmiştir.
I.                   Velid döneminde (705-715) Şam'da yaptırılan Emeviye Camisi (ya da Ümeyye Camisi), Emevi mimarlığının karakteristik özelliklerini taşır. Dikdörtgen planlı cami, eski bir Roma tapınağının temeli üzerinde yükselir. Yapı, dört büyük ayağın taşıdığı dört kemere oturtulan bir kubbeyle örtülüdür. Caminin kare planlı üç minaresi vardır. Avlusunu üç yandan iki katlı revaklarla çevrilidir. Emeviye Camisi, günümüze pek az örneği kalan zengin mozaik bezemeleriyle de dikkati çeker. Bu bezemelerde Yunan ve Bizans etkileri açıkça görülür. Kudüs'te sekiz köşeli Kubbetü's-Sahra da (ya da Ömer Camisi) Emevi mimarisinin önemli bir örneğidir. Emevilere karşı ayaklanan Abdullah bin Zübeyr Mekke'yi ele geçirince, Halife Abdülmelik Hz. Muhammed'in namaz kılmış olduğu yerde, Müslümanların hac ödevini yerine getirmeleri için bu camiyi yaptırmıştır. Gene Abdülmelik döneminde Kudüs'te yapılan Mescid-i Aksa büyüklüğüyle dikkat çeker.
II.                Emevilerin Suriye çöllerinde yaptırdıkları saray, köşk, kale gibi yapılardan günümüze çok azı ulaşmıştır. Lût Gölü'nün kuzey ucundaki Kuseyr Amra Köşkü, çevresi geniş surla çevrili bir alandadır ve salon ile hamamdan oluşur. Salonun duvarlarının Emevilerin askeri zaferlerini betimleyen resimler kaplı olması dikkat çekicidir. Bu resimlerde de Yunan ve İran etkisi görülür. Emevi sanatının bir özelliği de, duvar yüzeylerini hiç boş yer bırakmaksızın bezemekti. Şam'ın 200 km güneyinde kurulmuş tipik bir çöl sarayı olan Mşatta Sarayı, kulelerle güçlendirilmiş bir surun ortasında yer alır. Mşatta Sarayı’nın içinde de Yunan ve İran etkisi taşıyan zengin bezemeler vardır.
III.             Emevilerden kalan bir başka yapı biçimi de bir tür han olan ribat idi. Bir surla çevrili olan ribatlarda odalar, ambar, ahır, sarnıç ve gözcü kuleleri bulunuyordu. Uzun yolculuklar sırasında konaklamak için kullanılan ribat, aynı zamanda küçük birer askeri üstü.




MŞATTA SARAYI
Amman’ın 35 km. güneyinde bulunan Meşatta Sarayı’nın 8. yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. Kare planlı olup, kaleyi andıran kalın duvarları vardır. Kazılar yapının tamamlanamadığını göstermiştir. Ana eksen üzerinde, girişte simetrik konumlu mekanlar ve bir mescit, ortada bir şeref avlusu, kuzeyde ise yonca planlı bir taht salonu ve yine simetrik konumlu mekanlar yer alıyordu. Sarayın çok ince bir işçilik gösteren oyma taş süslemeleri sanat tarihinde büyük önem taşır. Duvar zikzak çizgilerle üçgenlere bölünmüş, her üçgenin ortasına akantüs yapraklarından oluşan kabartma birerrozet yerleştirilmiştir. Üçgenlerin zemini de ince kıvrık dallar ve hayvan figürleriyle doldurulmuştur. Bu figürlerde Helenistik etkiler göze çarpar. Mescidin bulunduğu yöndeki duvarda bitkisel motiflerle yetinilmesi, hayvan figürü olmaması ilginçtir.
ABBASİ SANATI 
Samara Ulu Camii minaresi.
İslam dininin sanata getirdiği en büyük yenilik cami mimarisidir. İslamlıkta her sınıf halkın ayrım gözetilmeden ön saflarda namaz kılabilmesi safların geniş tutulması istediği uyandırmış, bu nedenle kiliselerin aksine camilerde enine mekân tercih edilmiştir. Plan formunun ihtiyaçtan doğması gibi, mihrap, minber, minaretüründen mimari ögeler de İslamlığın gelişmesine paralel olarak zamanla ihtiyaçtan doğmuşlardır.
Abbasilerden önceki İslam şehirciliği konusundaki bilgilerimiz çok kısıtlıdır. Bu konuda bilinen ilk örnek, 762-765 yıllarında Abbasi halifesi Mansur’un kurdurduğu Bağdad şehridir. Kaynaklardan edinilen bilgilere göre ilk Bağdad şehiri daire planlıydı ve iç içe iki sur duvarı dıştan bir hendekle çevrelenmişti[kaynak belirtilmeli]. Şehrin dört kapısına bulundukları yöndeki komşu şehirlerin adı verilmişti. Haç planlı saray ve yanındaki cami şehrin merkezinde yer alıyordu. 766 yılında yapılan Bağdad Ulu Camii kerpiç duvarlı, ahşap sütunlu ve düz damlı basit bir yapıydı. Halife Harun Reşid, 808’de yapıyı planını değiştirtmeden tuğla duvarlı olarak yeniden yaptırmıştır. Bağdat 892’de Abbasilerin başkenti olunca, artan nüfus nedeniyle camiye aynı planda ikinci bir bölüm eklenmiştir. Ancak, Bağdad şehrinin bu dönem yapılarından günümüze, ilk camiye ait basit bir mihraptan başka hiçbir şey gelmemiştir.
Samarra, Dicle kenarında Bağdad’ın yakınındadır. Bağdad’ın dairesel ve düzenli planı burada yerini araziye uydurulmuş, uzun bir plana bırakmıştır. Dicle kıvrımlarına paralel olarak uzanan şehrin büyük bölümü kazılarla ortaya çıkarılmıştır. Buluntular, Abbasi cami, saray, türbe ve ev mimarisi ile zengin süsleme sanatı hakkında bilgi vermektedir. Samarra, 836 yılında Halife Mutasım tarafından abbasi hizmetindeki Türk birlikleri için “ordugah şehri” olarak kurdurulmuş.
Samara Ulu Camii, öteki adıyla Mütevekkiliye Camii, İslam dünyasının en büyük cami yapılarından biridir. 150.000 kişi burada bir arada namaz kılabiliyordu. Basit mimarisi, ilk İslam cami planının anıtsal ölçüler içinde tekrarından ibarettir. Yapımında tuğla ve kerpiç kullanılan caminin ilginç bir minaresi vardır. Kare tabana oturan dev boyutlu bu anıtsal minareye geniş bir rampa ile çıkılır. Bu minare formu, yine Samarra’da Ebu Dulaf Camii’nde tekrarlanmış ve bir daha kullanılmamıştır.
Samarra’ın ikinci büyük camii olan Ebu Dulaf Camii, 860 yılında yapılmıştır . Kalıntılar daha gelişmiş bir mimarinin varlığını ortaya koymaktadır. Harem bölümü, kemerli duvarlarla birbirinden ayrılan neflerden oluşmuş ve üzeri düz bir çatıyla örtülmüştü.
Samarra’nın saray ve evlerinde kullanılan çeşitli süsleme arasında mermer tozu ve alçı karışımıyla yapılan “ıtuk” kabartmalar önemli bir yer tutar. Bu kabartmalarda iki farklı teknik kullanılmıştır: Dik kesim ve eğri kesim. Dik kesimde motifler yaş sıva üzerine dikine olarak oyulmakta, böylece ışık-gölge kesin çizgilerle birbirinden ayrılarak kuvvetli bir kontrast etkisi sağlanmaktadır. Eğik kesimde ise daha yumuşak bir plastik etki söz konusudur. Eğik kesim, Türklerin İslam sanatına belki de ilk katkısıdır[Bu teknik daha önceleri Orta Asya sanatında Türkler tarafından kullanılmıştır. Dik kesimde daha natüralist, eğik kesimde ise daha stilize bir üslup görülür.
Üçok, Bahriye (1979) İslam Tarihi Emeviler- Abbasiler, Devlet Kitapları, Ankara: Milli Eğitim Basımevi (1.Basım:1968)
Muir, William (1922), The Caliphate, Its Rise, Decline and Fall: Bölüm LXVII, Al-Mo'tasim and al-Wathik: [1] (İngilizce) (Erişim tarihi: 30.8.2009)

0 yorum:

Yorum Gönder