26 Nisan 2012 Perşembe

Milliyet Ansiklopedisi


İLK STEROİD TEDAVİSİ
Bedensel işlevlerimizi denetleyen ve değiştiren
hormonların en önemlilerinden bir bölümü de
steroid grubuna girenlerdir. Örneğin, kortizon,
vücut sıvılarının ulaşım yollarından vücut
dokularına olan yönelmelerini yönlendirir.
Vücuttaki kortizon miktarı arttığında, ağrı
ve şişkinliklerin yanı sıra iltihaplanmalar da
ortaya çıkar.
Sentetik kortizon içeren ilaçlarla yapılan
tedavilerle, egzama, kolit ya da artrit gibi iltihaplı
hastalıkların önüne geçilebilmektedir.
Sentetik steroidlerin tıpta tedavi edici olarak
ilk kullanımı, 1939 yılında ABD'nin Baltimore
kentindeki John Hopkins Hastanesi'-
nde, Dr. George Thorn tarafından gerçekleştirildi.
Bu tedavi yönteminin en önemli yan etkileri
olarak kemik incelmesi, kan basıncının
yükselmesi ve aşırı kilo alma sayılabilir. Ancak
yine de her yıl milyonlarca insan kortizonlu
ilaçların bilinçli kullanımından büyük yarar
görmektedir.
İLK STETOSKOP
Stetoskobun tıp dünyasına girmesi sayesinde,
doktorlar ölümden ve cesedin parçalanmasından
önce iç organlar hakkında fikir edinebilme
olanağına kavuştular. 1815 yılında Fransız
doktor Rene Laennec, ciğerlerden gelen
sesleri doktorun kulağına ileten tahta bir boru
yapmayı başardı. Bu dinleme aygıtı aracılığıyla,
doktor, hastasının ciğerlerinin çalışabilirlik
derecesi hakkında çok büyük önem taşıyan
bilgiye sahip olabiliyordu. 19. yüzyılın
sonlarına doğru, bugün bildiğimiz dinleme
aletleri geliştirildi. Bunlar, göğüs üzerinde gezdirilebilen
bir parçanın algıladığı sesleri doktorun
kulağındaki kulaklığa ileten lastik boru
sisteminden meydana geliyordu. Stetoskoplar,
doktorların kalp ve akciğer muayenesinde
yararlandıkları en basit aygıtlardır.
İLK SÜLFÜRİK ASİT
Bütün asitler arasında en güçlülerinden biri
olan sülfürik asit, ilk kez 16. yüzyılda Avrupalı
kimyacılar tarafından bulundu. Ne var ki,
geniş ölçekte üretime olanak veren ilk yöntem,
ancak 1746'da, İngiliz bilgin John Roebuck
tarafından geliştirildi.
Kurşun oda yöntemi diye adlandırılan bu
yöntemde, sülfürün tuzla yakılmasıyla elde
edilen sülfür dioksit gazı, hava ile birlikte,
kurşun bir odaya gönderilir. Bu odanın içine,
bir yandan da su püskürtülür. Burada sülfür
dioksit gazı sülfür triokside dönüşür ve suyla
karışarak sülfürik asidi meydana getirir.
1831 yılında İngiliz şarap imalatçısı Peregrine
Phillips, platin ya da vanadyumu katalizör
olarak kullanarak sülfür dioksidi, sülfür
triokside dönüştürmeyi ve böylece daha bol
miktarda sülfürik asidi, daha kısa zamanda elde
etmeyi başardı.
İLK GÜNEŞ SAATİ
Güneş saatinin ilk modeli toprağa çakılan bir
odun parçasından başka bir şey değildi. Günümüze
kadar ulaşabilen en eski güneş saati
ise, Mısırlılara ait olup, M.Ö. 800 yıllarından
kalmadır. Bu uzun bir taş sütunun çevresindeki
altı işaretten oluşuyor. Sabahleyin doğuya,
akşam olunca da batıya çevrilen taşın işaretli
ucunun düşürdüğü gölgelerin yardımıyla,
zaman belirleniyor.
Babilliler, Yunanlılar ve Araplar tarafından
değişik biçimlerde yapılan güneş saatleri,
14. yüzyıldan itibaren Avrupa'da kiliselerin
ve büyük binaların üzerlerinde de görülmeye
başlandı. Hatta daha sonraları da "pek
güvenilemeyen" saatlerin ayarlarının yapılabilmesi
için kullanıldı.
İLK KILIÇ
M.Ö. 3500 yıllarında Tunç Devri'nin başlamasıyla,
insanlar erittikleri metallerden kılıç yapmaya
başladılar. Asurlular ve Eski Yunanlılar
tarafından dökülen tunç kılıçlar, önceleri
küttü. Sonra bunların uçları ve yanları keskinleştirildi.
M.Ö. 1100 yılında başlayan Demir
Çağı'nda, insanlar kızgın demiri döverek daha
keskin ve ince kılıçlar yapmayı başardılar.
Eski Yunanlılar, kıvrık ve keskin kenarlı
kılıçlar kullanıyorlardı. Romalılar ise
"gladius" adım verdikleri yakın döğüş amaçlı
kısa kılıçları tercih ettiler. M.S. 600 yılından
itibaren, Avrupa'da, 120 santim uzunluğunda,
her iki kenarı da keskin kılıçlar yaygınlaştı.
Bunların kabzalarının uç kısmında, denge unsuru
olarak bir topuz bulunuyordu. 17. ve 18.
yüzyıllarda, Avrupalı soylular çok ince ve sivri
uçlu kılıçlar kullandılar. Düello için en ideal
silah olan bu kılıçlar, günümüzde de eskrim
285
http://groups.google.com/group/merakediyorum
sporunda kullanılmaktadır.
Araplar, İranlılar, Türkler, Hintliler ve Japonlar
gibi Doğulu uluslar ise, daha derinden
keseceğine inandıkları için kıvrık kılıçlara itibar
ettiler. Sanayi devriminin başlamasından
sonra dayanıklı çelikten çok zarif ve keskin kılıçlar
üretildi. Özellikle İspanya'nın Toledo
(Tuleytule) kenti ile Suriye'nin Şam kenti,
ürettikleri kılıçlarla dünya çapında ün kazandılar.
Kılıç, Ortaçağ'dan Birinci Dünya Savaşı'na
kadar en önemli süvari silahı sayıldı ve
1914'ten sonra yerini ateşli silahlara bıraktı.
İLK ÇEŞME
Miladi takvimin başlangıç yıllarında, Romalılar
su borularıyla kente su getirmeyi başarmışlardı.
Bu suların düzenli bir biçimde boşalmasını
sağlamak için çeşmeler yaptılar.
Çeşmeler, borunun içine yerleştirilen daire
şeklinde bir parçanın hareketiyle denetleniyordu.
Dairesel parça boruyu diklemesine kesecek
şekilde durduğunda, borudan su akması
engelleniyor, tersine açıldığında çeşmeden su
alınabiliyordu. Bu sistem, bütün Ortaçağ boyunca
kullanıldı.
19. yüzyıla gelindiğinde, evlerin pek çoğuna
su tesisatı konmuş, ayrıca suyun akış hızı
da artırılmıştı. Bu nedenle daha gelişmiş musluk
türlerine gereksinim duyuldu. İngiltere'-
de, 1800 yılında Thomas Gryll, vidalı musluk
sistemini buldu. Bu sistemde, vidanın her hareketinde
akan suyun miktarı azalıyor, en sıkıştırıldığı
anda da, su tamamen kesiliyordu.
İLK TERMOMETRE
Hastalıkların tanımlanmasında büyük ölçüde
yardımcı olan vücut ısılarının ölçülmesine ilişkin
çalışmalar, ilk kez 1616 ve 1636 yılları arasında,
İtalya'nın Padua kentinde yaşayan tıp
profesörü Santorio Santorio tarafından gerçekleştirildi.
Santorio, bu çalışmaları sırasında
Galileo'nun 1592 yılında İtalya'da yaptığı
termometreden yararlandı. O yıl, Londralı tıp
adamlarından Thomas Allbutt, küçük ve kullanışlı
klinik termometreyi yaptı.
Son yüzyıl içinde çok az değişikliğe uğrayan
klinik termometre, cam bir tüp içindeki
cıvadan oluşur.
İLK ZAMANLAMA AYGITI
1867 yılında İngiliz cerrah Christopher Thurgar,
caddelerdeki gaz lambalarının önceden
286
belirlenen saatlerde yanıp sönmelerini sağlayacak
otomatik bir zamanlama makinesi geliştirdi.
Yuvarlak bir silindir üzerine belirli aralıklarla
yerleştirilen iğneler, gerektiği zaman
ana gaz kapağını açıp kapatabilecek şekilde,
bir zemberek aracılığıyla dönüyordu. Bu zembereğin
önünde sürekli olarak bir pilot alev yanıyordu.
İğne, zamanı geldiğinde gaz kapağını
açıyor ve gelen gaz pilot alev aracılığıyla tutuşarak
büyüyünce, lamba yanmış oluyordu.
Lambanın sönme zamanı gelince de, bir sonraki
iğne kapağı yerine çekiyordu. Aygıtın saat
türü zembereğinin haftada bir kez kurulması
gerekiyordu.
İLK EKMEK KIZARTMA
MAKİNESİ
20. yüzyıla gelene dek, ekmek dilimleri bir çatalın
ucuna takılarak, ateş üzerinde kızartılıyordu.
Elektrikli ekmek kızartma makinesi,
ilk kez 1909'da New York'ta General Electric
firması tarafından satışa çıkarıldı. Mika çubuklar
altına sarılan çıplak bakır tellerden
elektrik geçirilince, teller akkor haline geliyor
ve mika çubukların üzerindeki ekmek dilimlerinin
bir yüzleri kızarıyordu. Dilimler elle
ters yüz ediliyor ve sonra da ikinci yüzleri kızartılıyordu.
Ekmek diliminin iki yüzünü birden kızarttıktan
sonra dışarı fırlatan ilk kızartma makineleri
ise, 1927 yılında, Minnesota eyaletinin
Sti!lwater kentinden teknisyen Charles
Strite tarafından gerçekleştirildi. Zemberekli
bir zaman ayarlama aygıtı, çift yönlü ısı veren
kızartma makinesinin içindeki ekmek dilimini,
belirli bir süre sonra dışarı fırlatıyor ve
ısıtıcıya gelen elektrik akımını da kesiyordu.
1930 yılında zemberek sistemi yerine termostat
takılarak aygıt daha da geliştirildi. Ekmeğin
yüzey ısısından etkilenen termostat, belirli
bir ısıya ulaşıldığında elektrik akımını kesiyor
ve böylece dilimlerin doğal lezzeti de korunmuş
oluyordu.
İLK MÜSEKKİNLER
İlk kez 19. yüzyılda tıp uzmanlarınca geliştirilen
sakinleştirici ilaçların (trankilizan) hepsi,
potasyum bromid esaslıdır. Yan etki olarak,
aşırı tükürük üretimine neden olduklarından,
bunlar pek tutulmadı. 1903'te Almanya'-
da Veronal adı verilen barbitürat esaslı uyku
ilacı bulundu. Daha sonra barbitürat bileşikleri,
sakinleştirici olarak kullanılmaya başlandı.
Halen en geniş biçimde kullanılan sakinleştiriciler,
benzodiazepin esaslı olanlardır.
http://groups.google.com/group/merakediyorum
İLK TANK
Savaşta ilk tank 15 Eylül 1916 günü, İngiliz
birlikleri tarafından, Birinci Dünya Savaşı sırasında
Fransa'nın Somme yöresinde kullanıldı.
Başkomutan Sir Douglas Haig, 1 Eylül günü
100 tankı Somme cephesine göndermeyi
umuyordu. Ne var ki, imalat sırasında ortaya
çıkan bazı aksaklıklar nedeniyle, Eylül başına
kadar ancak 49 tank cepheye ulaştırılabildi.
Çarpışmalara ise yalnız 32'si katılabildi.
Haig, tanklardan yararlanarak savaşı 1916
yılında bitirmeyi amaçlayan müttefik kuvvetlerine
katkıda bulunmayı umuyordu. Tankların
toplu halde tutulmasını ve düzenli hareket
edilmesini istedi. Ama komutanları, onları
cephe boyunca dağıttılar. Bazı yerel başarılara
karşın, tankların savaşın sona erdirilmesinde
önemli bir katkıları olmadı. Haig, yine de
1917 yılına kadar bin tankın üretilmesini emretti.
Fransız ordusunda tank, ilk kez 16 Nisan
1917 günü kullanıldı. Fakat sonuç, tam bir hezimet
oldu. 132 tanktan 57'si daha ilk gün Alman
topçusunun yoğun ve başarılı ateşiyle savaş
dışı bırakıldı. Tarihin ilk büyük tank saldırısı,
20 Kasım 1917 günü gerçekleştirildi. 378
İngiliz tankı, Hindenburg cephesini yararak
4 mil ilerlemeyi başardı. Fakat Alman topçusu
ve hesapta olmayan arızalar, tankların
146'sını durdurdu. 43 tanesi de barikatları aşamadan
kaldı. Daha sonra Almanların püskürtme
harekâtı sonunda, İngilizler geri çekilmek
zorunda kaldılar.
18 Temmuz 1918 günü Fransız savunması,
567 tankla Batı cephesinde büyük bir başarı
elde etti ve bu başarı tankın savaşta ne
denli önemli bir silah olduğunu vurguladı. Aynı
yılın 8 Temmuz günü, 534 İngiliz tankının
İkinci Somme Muharebesi'nde elde ettiği
başarı, Alman Genelkurmayı tarafından,
"Alman ordusunun bu savaşta yaşadığı en kara
gün" olarak değerlendirildi. İkinci Dünya
Savaşı'na kadar bütün Avrupalı uluslar tank
silahlarını geliştirmek için olağanüstü çaba
gösterdiler. Bu alanda en büyük başarıyı Almanlar
elde etti. İkinci Dünya Savaşı'nın ilk
yıllarında, Alman panzer birlikleri, üstün manevra
yetenekleri ve vurucu güçleriyle, savaşın
kaderi üzerinde etkili oldular.
Tarihin en büyük tank savaşı ise, 1943 yılı
Temmuz'unda, Rusya'nın Kurs bölgesinde
verildi. Almanlar, 2 bin tanktan oluşan 17
panzer birliğiyle saldırıya geçtikleri Rus askerleri
karşısında, çok ağır bir yenilgi aldılar.
Böylece tankların üstünlüğü sona erdi.
Bugün Avrupa'da NATO'ya ait kuvvetlerin
7 bin tankına karşın Varşova Paktı üyelerinin
20 bin civarında tankı vardır.
http://groups.google.com/group/merakediyorum
Bunların en bilinenleri arasında, Valium, Librium
ve Mogadon sayılabilir. Barbitürat esaslı
ilaçlara göre daha az yan etkileri görülen bu
ilaçlar, 1950'li yıllarda İsveçli ilaç firması Hofmann
La Roche tarafından üretildi.
ULTRASONOGRAFİ TEKNİĞİNİN
İLK KULLANIMI
Yarasaların, gecenin karanlığında önlerine çıkan
engelleri, yaydıkları ses dalgalarının bu
engellere çarpıp geri dönmesiyle ayrımsayabildiklerini
ilk kez 18. yüzyıl İtalyan bilgini Lazaro
Spallanzani anladı. Ses dalgalarının pratik
olarak ilk kullanımı ise, İkinci Dünya Savaşı
sırasında düşman denizaltılarının yerlerini
belirlemek amacıyla gerçekleştirildi.
1950'li yıllarda, bu tekniğin tıp alanında
kullanımı başladı. Glascow kentinden Doktor
Ian Donald, anne karnındaki bir bebeğin ultrasonografi
yöntemiyle incelenebileceğini buldu.
Bu yöntem sayesinde, bugün ana rahmindeki
bebeğin kaç aylık olduğu ve pozisyonu,
varsa kendisini bekleyen tehlikeler ve hatta
ikiz ya da üçüz olup olmadığı, hatta cinsiyeti
saptanabilmektedir. Ayrıca, ultrasonografi
tekniğinden, karaciğer, akciğer ve kalp hastalıklarının
tanımlanmasında da yararlanılmaktadır.
İLK KAPANLAR
İsa'nın doğumundan 200 bin yıl önce Taş Devri'nde,
bugünkü Çekoslovakya'nın bulunduğu
topraklarda yaşayan insanlar et ve kemik
gereksinimlerini karşılayabilmek üzere mamut
avlamak için kapanlar geliştirmişlerdi. Kapanan
çene biçimindeki ilk kapan, 1590 yılında
İngiltere'de kullanıldı. Bir sonraki yüzyılın
başlarında, Almanya ve Hollanda'da da yaygınlaştı.
Yaylı çeneler arasındaki demir dişler,
bir odun parçası ile birbirlerinden ayrıldıktan
sonra iyice kamufle ediliyor, aralarına da bir
parça yiyecek konuyordu. Yiyeceğe gelen av,
sopayı devirince başı ya da ayakları, çenelerin
arasında kalıyor, böylece yakalanıyordu.
Evlerde bugün de kullanılan fare kapanlarının
patenti 1910 yılında İngiltere'nin Leeds
kentinden James Henry Atkinson
tarafından alındı. Günümüzde besin maddelerinin
satıldığı mağazaların en büyük düşmanları
olan sinekler, modern teknolojinin
son buluşları olan özel kapanlarla yakalanıyor.
Bu kapanlarda, yayınlanan ultra-viyole
ışınları sinekleri kendine çekiyor ve ekranın
önündeki elektrik akımına kapılan sinekler hemen
ölüyorlar. Aygıtın alt kısmında bulunan
bir küçük tepsi de, ölen hayvanların çevreye
yayılmadan toplanmalarına yarıyor.
288
İLK TELESKOP
Bir Hollanda kenti olan Middelburg'da, 17.
yüzyılın başlarında bazı gözlük yapımcıları, teleskoba
benzer aygıtlar elde ettiklerini iddia
ettiler. Bu iddiaların en güçlüsüyle ortaya çıkan
Hans Lippershey, 1608 yılında, teleskop
patenti almak için başvurdu. Yetkililerin huzurunda,
aygıtını tanıttı. Gerçi buluşu patent
verilecek nitelikte bulunmadı ama kendisi bir
miktar para ile ödüllendirildi.
İtalyan bilim adamı Galilei Galileo da, teleskoba
ilişkin söylentileri duymuştu. Kendisine
bir teleskop yapmaya karar verdi. 1609
yılında, teleskobuyla gökyüzünü inceledi. Ay
yüzeyinin tıpkı yeryüzü gibi engebeli olduğunu
gördü. Venüsün güneş çevresinde döndüğünü
keşfetti. O zaman dünya evrenin merkezi
olduğu yolundaki inanışla ilgili olarak
kuşkuya kapıldı. Bu kuşkusunun iyice güçlenmesi
sonunda, öğretileri 2 bin yıldır dünya
üniversitelerinde okutulan Yunan filozofları
Aritotales ve Ptolemius'un düşüncelerine karşı
savaş açtı. Evrenin merkezi olduğu söylenen
dünyanın, aslında güneşin etrafında döndüğünü
söyledi ve kilisenin hışmına uğradı.
http://groups.google.com/group/merakediyorum
289
http://groups.google.com/group/merakediyorum
İLK YELDEĞİRMENİ
Buharlı makinenin bulunmasından önce, rüzgâr,
su ve hayvan gücü insanlığın hizmetindeydi.
Suyla çalışan değirmenler çok daha
güçlüydü, ama onları döndürmeye yetecek büyüklükte
akarsulardan yoksun olan yerlerde,
yeldeğirmenleri etkin oldu. 1840 yılında, İngiltere
ve Galler'de 10 bin, Hollanda'da ise 7
bin yeldeğirmeni vardı. Bu aygıtlardan, un
üretiminde olduğu kadar, maden çıkarımında,
su iletiminde ve ağır cisimlerin kaldırılmasında
da yararlanılıyordu. Ayrıca, ağaç
kesmeye yarayan hızar makinelerini de yeldeğirmenleri
aracılığıyla çalıştırmak mümkündü.
Rüzgârın yarattığı enerjiyi üretken hale getiren
buluşlar, her zaman memnunlukla karşılanmadı.
1581'de bu enerjiden yararlanmayı
akıl eden Hollandalılar, işsizliğe yol açmakla
suçlandılar. 1768'de de bir grup işçi, rüzgâr
gücüyle çalışan bir hızar makinesini parçaladı.
Yeldeğirmenlerini çalıştıran insanlar, yeni
birtakım ölçeklerin de doğmasına yol açtılar.
Çünkü tahılını öğütmek üzere değirmene
götüren herkes, elde edilen unun belirli bir bölümünü
değirmen sahibinin "hak" olarak alıkoyacağını
biliyordu. Bu hakkın miktarını
saptamak üzere de, değirmenciler belirli hacimlerde
ölçekler geliştirdiler. Örneğin,
1558'de Liverpool yöresindeki bütün değirmencilere,
ölçeklerini Belediye Başkanı'na götürüp
doğruluk derecelerini kontrol ettirmek
zorunluluğu getirildi. Bunu yapmayanlara belirli
para cezaları uygulandı. Bu uygulama bir
anlamda dünyada, ağırlık ve hacim ölçen aygıtların
ilk denetimi ve ayarlanması olarak kabul
edilir.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, yeldeğirmenlerinin
önemlerinde bir azalma başladı.
Ama rüzgâr gücü, yine de birçok alanda
insana yararlı olmaya devam etti. Amerika'-
nın batı kesimlerinde, demiryolu şirketleri,
yel değirmenlerinden lokomotifler için su çıkarılmasında
yararlandılar. Yerliler ise, sulama
işlerinde bu aygıtlardan büyük faydalar sağladılar.
Suyu olmayan pek çok kırsal bölgeye,
yeldeğirmenleri aracılığıyla su gönderildi.
Bugün, Güney Afrika'nın Karoo bölgesinde
olduğu gibi, birçok bölgede su sağlayabilmek
için bu yöntem işlevini hâlâ sürdürüyor.
290
http://groups.google.com/group/merakediyorum
291
http://groups.google.com/group/merakediyorum
İLK YAZI
M.Ö. 45.bin yılında yaşayan insanlar, düşüncelerini
kayaların ve mağara duvarlarının üzerine
resimlerle yansıtmayı öğrendiler. Son
Buzul Çağı'nda yaşayan atların, bizonların ve
boğaların resimlerini içeren mağaralar, İspanya'nın
Altamira, ve Fransa'nın Lascaux yörelerinde
ortaya çıkarıldı.
Bu resimlerin yazıya dönüşebilmeleri için
aradan yüzyıllarca yıl geçmesi gerekti. M.Ö.
20 bin ve 6500 yılları arasında insanlar, yumuşak
taşlan ve kemikleri kullanmaya başladılar.
Fransa'nın İspanya sınırına yakın
bölgesindeki Ariege yöresinde bir mağarada,
çizildikten sonra kırmızı ve siyaha boyanmış
geometrik şekiller bulundu. Afrika'nın çeşit-
292
http://groups.google.com/group/merakediyorum
li kesimlerinde bulunan üzerleri çizilmiş kemikler,
kuşkusuz bir dönemin belgeleriydi.
Sümerce, yazıya dökülebilen ilk dil oldu.
Ama belirli bir alfabesi de yoktu. Basit resimler
halinde yazılan Sümerce metinlere Irak'-
ta, Basra Körfezi'nin yakınlarında rastlandı.
Bu metinler, M.Ö. 3500 yılından kalmaydı.
Sümerler, çivi şeklinde ve üçgen iz bırakan
bir aygıtla, balçık ve kil kabakalarından yaptıkları
plakalar üzerine yazılarını yazdılar.
Sonra bu küçük tabletler, güneşin altında pişirilerek
kurutuldu. Binlercesi, en küçük bir
hasar görmeden günümüze kadar ulaşabildi.
Bunlardan bazılarında, Sümer din adamlarının
ekonomik işlevlerini gösteren altın, kumaş
ve inek listeleri vardı. Sümerlerin ekonomik
etkinlikleri, çevrelerindeki Persleri. Babillileri
ve Asurluları da çivi yazısını öğrenmeye itti.
Mısır'da belirli sembollerin belirli sözcükleri
ve sesleri simgelediği hiyeroglif yazıları,
M.Ö. 3000 yılından itibaren kullanılmaya başlandı.
Düşünceler ya da öyküler, resimlerle yazılan
bir tür steno tekniğiyle anlatılıyordu.
Örneğin gövdesi olmayan bir çift bacak,
"gitmek" sözcüğünü simgeliyordu. Başsız iki
göz, "görmek", kapalı bir çift göz de
"ağlamak" anlamındaydı.
Mısırlılar, papirüsü bulduktan sonra, hiyeroglif
alfabesindeki şekilleri de kalemle ya
da fırçayla yazılabilecek şekilde değiştirdiler.
M.Ö. 700 yılında hiyeroglif yazısı üçüncü evrimini
gerçekleştirdi ve ortaya çıkan son biçim;
modern Arap alfabesinin de temelini
oluşturdu.
İLK ÇAMAŞIR MAKİNESİ
Yüzyıllar boyunca kadınlar çamaşırlarını
akarsu kenarlarında elleriyle ovarak ve tokaçlayarak
yıkadılar. Akarsuların olmadığı yerlerde,
çamaşırlar, tahta, bakır ya da demir leğenler
içinde yıkandı. 20. yüzyılın başına gelinceye
değin, dünyanın her yerinde başka bir
çamaşır yıkama yöntemi yoktu.
1782'de Henry Sidgier adlı bir Londralı,
altıgen biçiminde kapalı bir çamaşır teknesi
gerçekleştirdi. Bu teknenin içine yerleştirilen
tahta çubuklar arasına çamaşırlar sıkıştırılıyordu.
Teknenin iki ucu, iki askıya asılıyor,
sonra da kol gücüyle döndürülüyordu. Tamamen
insan emeğine dayanan bu sistem hem
çok yorucuydu, hem de alışılagelmiş yöntemlere
oranla daha uzun zaman alıyordu. Makineden
çıkarılan ıslak çamaşırlar, iki tahta
merdanenin arasından geçirilerek sıkıştırılıyor,
böylece bir yandan sulan süzülürken, bir yandan
da bir anlamda ütülenmiş oluyordu.
1791'de Ferguson Hardie adında bir İngiliz,
merdane kolunun tek yönlü hareketiyle, merdanelerin
hem ileri, hem de geri gelmesini sağlayan
bir sistem geliştirdi. Bu sistem sayesinde,
hiç değilse sıkma mekanizmasında bir ölçüde
kolaylık sağlanmıştı. Ama yine de bütün
işlemler insan emeğine dayanıyordu ve çok yarucuydu.
1906'da Chicago kentinden Alva Fisher,
elektrik enerjisiyle çalışan ilk çamaşır makinesini
gerçekleştirdi. 1924 yılında ilk kurutmalı
makineler piyasaya çıktı. 1940'lı yıllardan
itibaren tam otomatik makineler ev hanımlarının
hizmetine girmeye başladı.
İLK TRANSİSTOR
20. yüzyılın en önemli buluşlarından biri olarak
kabul edilen ve elektronik devrelerin can
damarı olan transistörler, 1947'de gerçekleştirildi.
Dünyanın en büyük telefon şirketi olan
Bell kuruluşlarının araştırma laboratuvarlannda,
William Shockley başkanlığında John Bardeen
ve Walter Brattain'den oluşan ekip, teknolojide
yepyeni bir çığır açan bu buluşlarından
dolayı, 1956 yılında Nobel Ödülü'nü paylaştı.
Bardeen ve Brattain, radyo ve telefon sinyallerinin
alınmasında, güçlendirilmesinde ve
yansıtılmasında kullanılan termiyonik kapaklara
karşı bir seçenek bulmak için uğraşıyorlardı.
Çabuk kırılabilen ve pahalıya mal olan
bu lambaların ısınması için belirli bir sürenin
geçmesi gerekiyordu. Ayrıca bir hayli de elek-
293
http://groups.google.com/group/merakediyorum
trik tüketiyorlardı.
Ekip ilk transistorü, ince bir germanyum
tabakasından yaptı. 1947 Noel'inden iki gün
önce, bu transistor bir radyo devresine takıldı
ve Brattain, defterine şu satırları yazdı: "Bu
devre gerçekten işe yarıyor. Çünkü ses düzeyinde
hissedilir bir yükselme sağlandı." Transistör,
tıpkı lamba gibi, ses sinyalini güçlendiriyordu.
Ama hem boyut olarak çok daha
küçüktü, hem de daha az enerjiye gereksinimi
vardı.
Önceleri küçücük bir aygıtın o koca lambaların
yerini alabileceğine pek az kimse inandı.
Ama Shockley ve ekibi, dört yıl içinde büyük
gelişmeler sağladılar. 1952'de transistor,
orijinal boyutların onda birine indirildi ve çok
daha güçlendi 1957'de yılda 30 milyon transistor
üretilebilecek aşamaya gelinmişti. Bu
alanda gelişmeler yine de sürdürüldü. Bilim
adamları, germanyum tabakası yerine, çok daha
büyük ısı şiddetlerine dayanabilen saf slikon
kristali kullanmaya başladılar. Akımı, saniyenin
yüz milyonda biri kadar kısa bir zamanda
iletebilen transistörler imal edildi. Bunların
sayesinde cep tipi hesap makineleri, dijital
saatler yapıldı. Radyo ve TV alıcılarındaki
lambaların yerini de transistörler aldı. Eğer
bu küçük harika aygıtlar olmasaydı, uydu haberleşmeleri,
uzay araçları ve ayın insan tarafından
fethi de mümkün olmayacaktı.
İLK X IŞINLARI
X ışınları tıpta iki amaçla kullanıldı: Hastalıkların
tanınmasına yardımcı olmak ve kanseri
tedavi etmek. Bu ışınlar, 1895'te
Almanya'nın Würzburg kentinde, fizik profesörü
Wilhelm Röntgen tarafından bulundu
ve "Röntgen ışınları" olarak adlandırıldı. Kâğıt,
tahta ve etten geçebilen bu ışınlar, metal
ve kemiği aşamıyorlardı. Ayrıca fotoğraf filmini
de karartma özellikleri vardı, röntgen,
bulduğu bu ışınlara, "bilinmeyen" anlamında
"X" adını verdi. Bu buluştan birkaç ay
sonra doktorlar, kemik bozukluklarını saptayabilmek
için röntgen tekniğinden yararlanmaya
başladılar.
1897'de Harvardlı bir öğrenci olan Walter
Cannon, bizmut eriyiği içirilen bir hayvanın
bağırsaklarının röntgen ışınları ile
fotoğrafının çekilebileceğini kanıtladı. Bu buluş,
insan iç organlarının da röntgen ışınlarıyla
incelenebilmesini sağladı. 1950'li yıllarda, radyoloji,
hastalıkların tanısındaki işlevi açısından
doruk noktaya çıktı. Gama-kameraların
ve halk arasında "ayna" olarak bilinen aygıtların
bulunmasıyla X ışınlarının kullanımı
azaldı. Daha sonra canlı dokular üzerindeki
294
etkisinden yararlanılma yoluna gidildi ve özellikle
kanser tedavisinde kullanıldı. 20. yüzyılın
başından itibaren, özellikle, cilt, dil ve
boğaz kanserlerinde ışın tedavisi büyük ölçüde
etkin oldu.
İLK TARTI MAKİNESİ
İlkel toplumların ağırlık ölçümlerine ilişkin gereksinimleri
son derece sınırlıydı. Ama altın,
insanoğlu tarafından bulunduğu ilk günden
itibaren çok büyük değere sahip olduğu için
Mısırlılar altın tartmak amacıyla bir aygıt geliştirdiler.
M.Ö. 3500 yılından kalma bir Mısır
mezarında, bu tartı aleti ile, ağırlık ölçüsü '
olarak kullanılan parçalar bulundu. Yine
M.Ö. 2600 yılında Babilliler, ağırlık saptamak
üzere standart ölçüler kullanıyorlardı.
Mısırlılar tarafından kullanılan terazilere
ait resimler, mağara duvarlarında ve papirüslerin
üzerlerinde günümüze kadar kalmıştır.
M.Ö. 3000 yılında çizileri bu resimlerde, bir
çubuk ortasından bir iple tavana asılmış olarak
gösterilir. Çubuğun bir ucunda, ağırlığı
saptanacak olan cisim bağlıdır. Öteki uçtaki kefede
de çeşitli büyüklükteki ağırlık ölçüleri
vardır.
İLK PENCERE
İlkel dünyanın sıcak iklimlerinde, pencereler
salt binaların içini aydınlatmak amacıyla yapılıyordu.
Roma İmparatorluğu'nun etkisiyle
uygarlıklar kuzeye doğru taşmaya
başlayınca, pencerelerin ışığı geçirecek, ama
soğuğu dışarıda bırakacak bir cisimle kapatılması
zorunluluğu doğdu. Bu amaçla, yağlı
bezler ve hatta ince mermer tabakalar kullanıldı.
Romalılar, Pompei'nin M.S. 79 yılında
yok olmasından önce camı buldular. Pompei
harabeleri arasında, bronz çerçevelere rastlandı.
Bu çerçevelerin içine 52 cm genişliğinde,
45 cm yüksekliğinde ve 1 cm kalınlığında camlar
takılmıştı. Ama yine de camlı pencereler
dünyanın her köşesinde henüz yaygın değildi
ve 12. yüzyılda bile birçok kilisenin pencereleri
camdan yoksundu.
1450 yılından itibaren, camların evlerde
kullanılması yaygınlaştı. Hatta bazı pencereler
dışarı açılacak şekilde iki kanatlı yapıldı.
18. yüzyıldan itibaren, özellikle Kral George
dönemi İngiltere'sinde, yana doğru açılan kaydırmalı
pencereler moda oldu. Ama aslında bu
buluş yeni değildi. İlk örnekleri, 1640 yılında
Herfordshire kentinde yapılmıştı.
http://groups.google.com/group/merakediyorum

0 yorum:

Yorum Gönder