25 Nisan 2012 Çarşamba

Jön türkler, İttahat ve terakki



                                      JÖNTÜRKLER, İTTAHAT VE TERAKKİ

Yeni Osmanlılar yani Jön Türklerin ideolojisi Burjuva ideolojisi diye nitelendirebiliriz. Her tarafta burjuvalılar istekleri meşrutiyet ve demokrasi istekleriyle başlayan işgaller Türk aydın yöneticileri kendileri kapitalist olmamakla birlikte zihniyetlerinin feodallik yerine Burjuvalığa yönelik olması dolayısıyla bu isteği ileri sürmek suretiyle bir burjuva düzeni istemiş oluyorlardı. Gerçi özgürlüklerini bu biçimde tanımlayabilecek bir bilinçte olmadıkları muhakkaktır. Ama mektepliler sayesinde edindikleri çağdaş, Avrupai dünya görüşünün bilimsel tanımı da bundan başka bir şey değildir. Nitekim İttahat ve Terrakki’nin iktidar olmasıyla da Osmanlı devletinde Türklerin denetindeki kapitalist gelişmenin gözle görülür bir biçimde ortaya çıkması, İttahat ve Terakki’nin Osmanlıcı ve İslamcı sözlerine rağmen uygulamada düpedüz Türk ulusçuluğu davasını benimsemesi sözünü ettiğimiz burjuva zihniyetinin ürünleridir. Hürriyetin ilanından evvel önce Ahmet Rıza’nın ve ondan sonra Sabahattin Bey’in Abdulhamit’in  tahttan indirilmesi, Kanuni Esasi ve Meşrutiyet davalarını bir yana iterek toplumsal değişmeye büyük öncelik vermeleri, Ahmet Rıza’nın feodal tipin tam tersi olan “ekmeğini anlının teriyle kazanan, menfaatini kimsenin zararında aramayan” adamın yetiştirilmesini yani eğitimi öne sürmesi bunu tarım ve sanayide gelişmeyi sağlayacak biricik kaldıraç olarak vurgulaması; Sabahattin’in, burjuvazinin dünyada ilk kez siyasal egemenliği ele geçirdiği Anglosakson toplumunu yüceleştirerek kişisel girişime dayalı bir toplumun yaratılmasını hep önermesi, burjuva zihniyetinin somut ifadelerinden başka bir şey değildir. 1908 İttahat ve Terakki programında yer alan toprak dağıtımı talebini, Hürriyetin ilanından sonra işçi hareketlerine karşı takınılan olumsuz tavrı, daha önce 1907 Kongresi bildirgesinde sosyalist Ermenilerin varlığına rağmen hitap edilen sınıf ve zümreler sıralanırken işçilerin ısrarla ihmale uğramasını da saymak yerinde olur. Hürriyetçiler iç siyasette ise paşaların ağır bir baskı rejimi kurduklarını, bir süredir yürütmeye başladıkları gazeteciklerin önüne dikilen yaptırım ve engellerden anladılar. Kendilerince bu durumda yapılacak şey halka siyasal haklar tanımak olarak görünüyordu. Böylece, Müslüman olmayan halkın Osmanlı Devleti’nden ayrılmak istemesi için ya da büyük devletlerin azınlıklardan yana müdahalesi için bir neden kalmayacaktı. Çünkü böyle bir düzende halk yalnız Tanzimat’ın getirdiği nimetlerden yararlanmakla kalmayacak, kendi siyasal kaderini de kendi tayin edecekti. Tabi bu sayede Tanzimat paşalarının baskıları da son bulmuş olacaktı. Demek ki Meşrutiyeti istemekle bu gençler, hem devleti kurtarmakta olduklarına hem de daha demokratik bir siyasal düzen uğrunda mücadele ettiklerine inanıyorlardı. Paris’te Namık Kemal, Ziya, Ali Suavi’nin katılması ile yeniden kurulduğunda Yeni Osmanlılar Cemiyeti adını benimsedi. Böylece, artık ”hasta adam” denen Osmanlı Devletini özgürlükçü yollardan kalkındırmak amacını güdenlere, Fransızca “Jön Türk” denildi. Bilindiği gibi 19.yüzyılda feodaliteye karşı mücadele eden liberal-köktenci hareketler “genç” adıyla anılıyordu. Bunların en ünlüsü 1831’de Mazini tarafından kurulan ve İtalya’nın cumhuriyet yönetimi altında birleştirmesini amaçlayan Genç İtalya örgütüydü. Avrupa’da gerek I.Meşrutiyet için çalışan Namık Kemallerin kuşağına gerekse II.Meşrutiyet için çalışanlara Jön Türk denildiği halde Türkiye’de Jön Türk denilince daha çok 1889 dan sonraki dönemde II.Meşrutiyet için çaba gösterenler anlaşılmaktadır. İlk devrimci kuşak ise Türkiye’de daha çok Yeni Osmanlılar diye tanınmaktadır. (Genç Osmanlılar) Jön Türkler Osmanlı devleti’nin çöküşünü engellemek için ve toprak kayıplarını önlemek amacı ile padişahı tahttan indirip yönetimi ele geçirerek Osmanlı Devletini çöküşten kurtarmaya çalışarak meşrutiyeti ilan etmişlerdir. Ama 31 mart vakası ile Osmanlı-Rus savaşının olumsuzlukları devleti çöküşten kurtarmaya yetmemiş genç aydınlar başarısız olmuştur.
           İttahat ve terakki üzerine bazı noktalara değinecek olursak bunlardan ilk ki ittahat ve terakki’nin çok kötülenmiş olduğudur. İttahat ve Terakki’nin hiç dostu yok gibidir. II. Abdulhamit’i tahtan indirdiği daha genel olarak da Meşrutiyet’i getirerek sarayın yetkilerini, gücünü sınırlamış olduğu için saltanat yanlıları daha genel olarak ağalık ve şeyhlik düzeni (Feodalizm) yanlıları İttahat ve Terakkiye düşmandır. 1926 da kimi eski ittahatçılar Atatürk’e karşı İzmir’de başarısız bir suikast düzenledikleri için Atatürkçüler de İttahat ve Terakkiyi sevmezler. Atatürk’ün canına kastetmenin çok büyük bir alçaklık ve hainlik olduğu kuşkusuzdur. Bununla birlikte suikastçıların ne ölçüde İttahat ve Terakkiyi temsil ettiğini  yani mal edildiği sorulabilinir. Zira İttahat ve Terakki sekiz yıl önce dağılmış bir kuruluştu.
İttahat ve Terakki ayrıca çok türdeş ve hiç türdeş değildi. Örneğin Atatürk’ün kendisi ve kimi arkadaşları da bir zamanlar İttahat ve Terakki üyesi olmuşlardı.
İttihat ve terakki’den nefret eden bir başka kesim de “düveli muazzama”(büyük devletlerdir) idi. Bu ülkeler emperyalistti. Büyük devletler ve onların kamuoyu ittihat ve terakki’den nefret ediyorlardı; çünkü ittihat ve terakki, çağcılığının temsilcisi olarak, “hasta adam “ ilan edilmiş bulunan Osmanlı Devleti’ni ayağa kaldırmak iddasını taşıyordu. Oysa Osmanlı Devletinin ayağa kalkması demek, Batılıların bu ülke üzerindeki emperyalist emellerinin sonu demekti. İtthat ve Terakki’yi sevmemeleri bundan ötürüydü. İttihat ve Terakki ikinci Cumhuriyetçilerin de nefretini kazanmış bulunuyordu. Bunlar “tepeden inmeciliğe” askercil düzenlere, genel olarak devrime karşı çok partili düzendir ve evrimden yana oldukları için Atatürk Devrimine karşı oldukları gibi aynı nedenlerle İttihatçılara da karşıdırlar. Örneğin, Ahmet Altan, romanlarında onları gaddar, acımasız, insanlık dışı kişiler olarak sunar.
            İttihat ve Terakki’nin temel özeliklerine de değinelim. İttihat ve Terakki, “mekteplerin” siyasal örgütüydü. Sözü edilen mektepler 1827’de açılan Tıbbiye, 1834’te açılan Harbiye ve 1859’da açılan Mülkiyedir. Daha sonra bunlara başka yüksek eğitim kurumları eklenecekti. Bu okullarda ilk kez “çokça”  denilebilecek sayıda, düzenli olarak “yeni adamlar”  yetişmeye başladı. Örneğin II. Abdulhamit zamanında Harbiye’den pek çok subay yetişti. Ama bunlar genellikle İstanbul’dan uzaktaki görevlere atanıyorlardı. Ne olur ne olmaz diye… Abdulhamit’in yeğlediği subaylar alaylı subaylardı. Bunlar akıllı ve becerikli erlerin önce onbaşı, sonra çavuş sonra da subay olmalarıyla devşirilirdi. Abdulhamit gibi zeki bir hükümdarın mekteplilerin daha iyi bir asker olduklarını bilmemesi olanaksızdı. Ama mektepli subaylar genellikle Rumeli ye atanıyordu. Böylece hem Rumeli deki çetelerle daha etkili mücadele edilmiş oluyordu, hem de padişaha zarar veremeyecek bir mesafede tutulmuş bulunuyorlardı. Böyle bir durumda kurulan İttihat ve Terakki, mekteplilerin siyasal örgütü oluyordu. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı aynı zamanda mekteplilerin zaferi demekti. En kısa sürede ordudaki alaylı subaylar tavsiye edildiler. Ordu artık tümüyle mekteplilerin elindeydi. Sivil bürokraside o denli hızlı olmamakla birlikte, alaylıların tasfiye edildiklerini görüyoruz.31 Mart olayında isyancı askerlerin mektepli avına çıkmaları boşuna değildi.
            İttihat ve Terakki’nin dikkat çeken bir özelliği de yıldırı (tedhiş, terör) yöntemlerini kullanmasıydı. Yasadışı gizli bir devrim örgütüyken adam öldürmesine pek şaşılamazsa da, Hürriyet’in ilanından sonrada bu yöntemi sürdürmesi tuhaf görünebilir. Gerçekten de 1908, 1909, 1910, 1911 yılların da İttihat ve Terakki kendince zararlı gördüğü birer kişiyi öldürmüştür. Bunun nedeni şuydu: 1913’e kadar İttihat ve Terakki tam iktidar olmadı. Yani, İttihatçı olmayan paşalar sadrazam oluyordu. Ancak bazı bakanlıkları ittihatçılar üstlenebiliyordu. İttihat ve Terakki “yap” ya da “yapma” tarzında yönergeler veriyordu. Bunların nasıl uygulanıp uygulanamayacağı konusunda doğru dürüst denetleyecek durumda değillerdi. Demek ki kendini iktidarda görmediği ve devrimci bir örgüt olduğu için istediklerini yaptırabilmek amacıyla yıldırı yöntemine başvuruyordu. Yıldırı yöntemine başvuranlar kendilerine güvenemedikleri ve zayıf oldukları için insanları ürküterek amaçlarına ulaşmak isteyenlerdi. Nitekim ittihat ve Terakki tam iktidar olduğu 1913’ten itibaren yıldırı yöntemlerine başvurmayı gerekli görmemiştir. Şiddet yöntemlerinden söz açılmışken, 1915 Ermeni tehcirinden söz edilebilir. Tehcir, savaş sırasında isyan, düşmanla birlik olma gibi davranışlar dolayısıyla yapılmıştır. Herhangi bir devletin benzer durumda bu önleme başvurması onun meşru hakkıdır. Kötü olan, tehcir sırasında ki ölümlerdir. İspanyol nezlesi gibi salgın hastalıklardan kaynaklanmıştır. Soykırım söz konusu olsaydı tehcir sonucunda o kadar çok Ermeni sağ kalamazdı denebilir. Bugün Avrupa ve Amerika’daki Ermenilerin çoğu tehcirde sağ kalanların torunlarıdır.
            İttihat ve Terakki’nin ilginç Bir yönü, Örgüt içi demokrasi uygulamasıydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ülkenin çoğu yerlerini kapsayan geniş bir örgütü vardı. Her yıl örgütün Umumi Kongresi yapılıyor, burada Kongre’den sonraki yetkili organ olan Merkezi Umumi seçiliyordu. Uzun süre İttihat ve Terakki’de başkanlık mevki yoktu. Katibi Umumi vardı, ama o da ”lider” konumunda değildi. Şevket Süreyya Aydemir’in deyişiyle “tek adam” yoktu. İttihat ve Terakki’de, Ortaklaşa önderlik söz konusuydu. Talat ve Enver, Partini Sivrilen adlarıydı, ama Umumi Kongrelerin, Merkezi Umumi’nin önemi hiç azalmadı denilebilir. Kongreler ne siyaset, ideoloji, program belirlemede ne de önder belirlemede fazla bir ağırlığı olmayan kuruluşlardır. Kongrelerin heyecanlı, ilginç yönü, parti meclisi veya da merkez yönetim kurulu üyelerini belirlenmesinde ortaya çıkmaktadır. Ama bu, belirlenen kurulun herhangi bir ağırlığı olduğu anlamına gelmektedir. Kısaca, İttahat ve Terakki de parti içi demokrasi bugünkü partilerimizden çok daha ileri derecedeydi.
            İttahat ve Terakki bu özelliğini neye borçluydu? Sanırım bu; seçkin, okumuş üyelerden oluşmasının bir sonucuydu. Oysa bugünkü partilerimiz genellikle rasgele, “sokaktan” üye toplayan örgütlerdir. Demek ki, parti içi demokrasi üye nitelliğiyle yakın ilgilidir. Rasgele (“naylon” ) üyeleri olan partilerde bu üyelerin katılımı, katkısı olmakta (belki olmaması gereklidir) , dolayısıyla parti içi demokrasi oluşamamaktadır. Sözü edilen üyeler “delege ağalarının” piyonları olma işlevlerini yerine getirmektedirler. Sonuç olarak Atatürk’ün İttahatçılar konusunda Mütareke İstanbul’unda iken İngiliz rahip Frew (Fru) söylediklerini anımsatmak uygun olabilir. (Falih Rıfkı Atay’ın 1926 da Atatürk’ten kaydettiği anılar.) Frew o dönemde M. Kemal’le bir salonda karşılaşır. Frew ona öncelikle İttahat ve Terakki’nin “cinayetlerini” kabul etmesini konusunu öne sürer. M. Kemal’in yanıtı ilginçtir. “İttahat ve Terakki’nin birçok kusuru ve yanlışları olabilir. Fakat ‘vatanperver’ bir kuruluştur.” Kendisi de o kuruluşun içinde başlangıcından çok zaman sonrasına kadar bulunmuştur. İttahat ve Terakki’nin günahları ve kusurları vardır; fakat onu toptan mahküm edip silemeyiz.



KAYNAKÇALAR:

Jön Türkler, İttahat ve Terakki- Sina Akşin
            

0 yorum:

Yorum Gönder